Acı bu… Ne kadar dayanılabilir ki?

Toplum olarak içinde bulunduğumuz olağandışı, bir o kadar da tuhaf ve anlaşılmaz günlerin ağırlığından silkinip tekrar kaldığım yerden bu yazılara devam edebilmek çok zamanımı aldı. Yaptığım işe olan, beni sürekli dürten sorumluluk duyguma ve “bu zamanda yazmayacaksın da ne zaman yazacaksın?..” diyen dostlarıma cevaben klavyemin üzerinde birikmiş tozu üfleyip parmaklarıma yer açmaya karar verdim.

En son pandeminin şaşkınlığı içerisinde bir yazı yazmış ve susmuştum. Son yazının da gereği, normal akışının dışında “esaret” yaşayan hayatımı harekete geçirmem kolay olmadı. Çevremizi oluşturan insanların temel ihtiyaç seviyeleri Maslov’un piramidinin en alt basamağına düşmüşken, aynı piramidin en üst perdesinden hitap etmeye çalışmak sadece komik değil, bir kadar da abes olacaktı.

Pandeminin etkilerinden çıktık çıkıyoruz derken, tarifi zor bir ekonomik krize “giriyoruz” demeden “bodoslama” girdik. Onu tam anlayacaktık ki, “ey faniler size bu acı yetmez” dendi ve bir de deprem felaketi ile altüst edildik. Bu deprem bize öyle acımasız bir ayna tuttu ki, yansıttığı görüntüye bakmak için gözlerimizi kapatmak zorunda kaldık.

Her şeyin, ama her şeyin bir sınırı olduğu ve artık o sınıra gelindiğini düşünmenin zamanı… Gerekçesi ne olursa olsun çekilen tüm acıların bir sınıra dayanması şart. Sınırsız acı doğada mevcut değil. Ya acıtan vaz geçiyor ya da acıyan öğreniyor baş etmeyi…

Buradan konumuzun metaforuna bir yumuşak geçiş yapmak istiyorum…

Roxa Tralala Peach F3

Pandemi ile birlikte tanışmaya başladığım ve bugüne kadar gelen duygusal acıların yanına bir de fiziksel acı koymaya karar verdim. “Eve tıkılmışlık” duygusunun çare arayışı içerisinde, bir arkadaşım ile birlikte bulduğumuz nadir tohumlardan acı biber yetiştirmeye başladık. Türkiye’de kolaylıkla karşılaşamayacağımız acılıktaki biberleri, özel tohumculardan edinerek; her sene yaklaşık 30-40 yeni türü üretmeyi dener olduk. Belki biz de başlarda ne kadar acıya katlanabileceğimizi merak ediyorduk, bilinmez… Ama merak etmeye ve araştırmaya doyamadık. (Www.instagram.com/acininbiberhali)

Wilbur Lincoln Scoville (1865-1942)

Bütün bu hikayenin başrolü kimyager Wilbur Lincoln Scoville’e ait. Farmakoloji Profesorü olan Scoville , ağrı kesici bir merhem bulmayı planlarken biberin içerisinde ona acılık veren Capsaisin bileşenini ölçeklemeyi başarıyor.

O yıllarda (1900’lerin başı) bunu deneysel olarak gerçekleştiriyor ve bir damla Capsaisin bileşeninin acısının hissedilmemesi için kaç damla şekerli su ile seyreltilmesi gerektiğini buluyor. Sonuçları da Scoville (SHU) değeri olarak buluyor. Zira ağrı kesici merhemi geliştirmek için kullanacağı biberlerde bunlunan Capsaisin’i ne kadar seyrelteceğini ölçmek zorunluluğu var.

Bugün artık bu ölçümler Yüksek Basınçlı Sıvı Kromatografisi (HPLC) makinaları vasıtası ile yapılıyor.

Wilbur Scoville tarafından 1895 te ilk basımı yayınlanan “The Art of Compounding” kitabı ile başlayan acıyı ölçekleme deneyimi, HPLC makinalarına kadar olan serüveninde hep bu “sınır”ın peşinde koşmuştur. Günümüzde hala, yeni yeni biber türleri ile bu merak giderilmeye çalışılmaktadır.

Sadece acının bilinen sınırlarını ifade edebilmek için burada örneklendirmekte fayda görüyorum. Türkiye’de tolere edilebilen acı sınırı yaklaşık olarak ortalama 10,000 SHU seviyesindedir. Çok acı sevenler ise 30,000 SHU’luk Urfa İSOT’u veya 40,000 SHU’luk Samandağ biberi ile yetinmektedirler. Bu biberler, Scoville tablolarında ancak ortalarda yer almaktadır. Sınırları merak ediyorsanız, 2 Milyon SHU değerini bulan Caroline Reaper veya iki sene önce üretilen 3 Milyon SHU ölçeğindeki Pepper X’i tatmanızı öneririm. Ancak yanınızda bolca süt ve kaymaklı dondurma bulundurmak koşulu ile.

Caroline Reaper

Bu konunun en kayda değer ironisi ise vücudumuzun, Capsaisin yüzünden içine düştüğü acı ile olan mücadelesinin Endorfin, yani “mutluluk hormonu” salgısı yoluyla gerçekleşiyor olması. Vücudun; acının karşısına mutluluğu koyması durumu, “acı(!) kaçınılmazsa, sen zevk almaya bak..” türünden deyişleri hatırlatsa da, yine de bir yöntem olarak anlaşılıp irdelenmesi gerekebilir. Sonunda kavuşulacak olan endorfin, acı bağımlıları tarafından bir ödül gibi hedeflense de, bu acı düşkünlüğünü açıklamaya yetmemeli.

Acıya karşı kendi mücadele yöntemimizi geliştirmeli ve bunu fırsat buldukça denemeyi önemsemeliyiz.

Şimdi lütfen, canınızın çok yandığı ve daha kötü, daha büyük bir acının oluşamayacağını düşündüğümüz durumları hatırlayın.

Her seferinde yanılmadık mı ?

Her büyük acı kendisini unutturan bir diğeri tarafından önemsizleştirilmedi mi ?

Ne zaman tamam artık desek, bir güç “bu sana yetmez” demedi mi ?

Ağrı ve acılara boğan mengene; bizi her sıkışında biraz daha azalıp, biraz daha küçülmedik mi ?

Sonra lütfen; bu mengenenin ve biberin yerine, size geçtiğimiz yıllarda en çok acı veren konu ve durumları koyun. Bunları değiştirebilmek belki de elinizdedir. En acı biberi tatmak ve sınırınızı test etmek doğal olarak bir tercih olabilir, bu yolla daha çok Endorfin de salgılatabilirsiniz vücudunuza. Ama bir de elinizdeki biberi bırakmayı, değiştirmeyi deneyin.

Yaşamımızda aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlara kavuşmayı daha ne kadar başaramayacağız? Üstelik de bu başarısızlığı sürekli olarak aracılara yükleyerek.

Önümüze gelen fırsatlarda değişim aramak ve bunu yapmak kolay değildir. Sistemler bizi konformist olarak yetiştiriyor ve öyle kalmamız için ellerinden geleni yapıyorlar. Bizler de onun kurallarını değiştirmeyi öğrenemiyor, beceremiyoruz. Değişim, doğal olarak kolay da değil. Acı, gözyaşı ve bolca emek istiyor. Değişim zordur, tedirginlik verir; içinde barındırdığı onlarca bilinmezle doludur. Değişim emek ister, tekrar tekrar deneme gücü ve cesareti olmadan başarılamaz.

Franz Kafka’nın bunu eşsiz betimlemeler ile anlattığı “Değişim”, kitabını okuduysanız tekrar, okumadıysanız derhal okuyun.

Gregor Samsa bir sabah, tedirgin düşlerden uyandığında kendini yatağında devasa bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” diye başlayan ve bence sayfaları boyunca bu ilk cümleyi tartışan bir kitap. İnsanın içinde barındığı sistem ile olan alış-veriş düzeninin, sistem lehine bozulduğunda; o, içerisinde çok mutlu olduğumuzu düşündüğümüz sistemin bize karşı nasıl bir tavır alacağının anlatımı.

Sistem bizi değiştirmeden biz onunla ilişkimizi değiştirmeliyiz. Elimizdeki biberi yere bırakmanın nedeni işte budur.

Biz değiştirmezsek bu acı bitmeyecek. Biz bitirmezsek sürecek… Biz ise her acının sonunda Hipofiz bezimizin ön lobu tarafından salgılanan endorfin ile mutluluk dalgaları yakalayacak, her seferinde daha da küçülen hareket sahamızın içerisinde “öğrenilmiş çaresizliğimiz” ile sarmaş dolaş oturacağız.

Sonra; bir sabah uyandığımızda, tedirgin edici düşlerin artık bittiğini, bir böcek gibi değersizleştiğimizi utanarak fark edeceğiz. Bizim romanımız da bu kadar yalın, bu kadar öz olacak. İçimizden “Çav Bella” ‘yı söyleyeceğiz, ama kimse duymayacak…