Takipteki iktidar...

İnişli çıkışlı, duygulu ve bazen öfkeli bir sarkaç üzerinde yaşıyoruz bu dönemi. Bizi sallayan sarkaç; bir yalnızlaştırıyor, bir kalabalıklaştırıyor. Her salınımda biraz daha küçülüp, biraz daha sıkışıyoruz. Boş yere uzatıyoruz kollarımızı tutunabileceğimiz, bize umut olacak yanlara. Salınıp duruyoruz. Yalnız kalınca kaçmak, kalabalıklaşınca kovalamak arasında kalmanın tuhaflığı yoruyor.

Başlık sizi çok yormasın, özellikle seçildi. Bu göz göze gelmenin analizinin peşinde koşacak değilim. Zaten koşuyoruz her dakika. Ama sadece bu bizi darmadağın eden “iktidar” olgusuna kendi açımdan bakmaya çalışıyorum. Algılarımıza yaklaşabilirsek, hakikat ile de buluşacağımızı umarak. Zihnimizdeki kavramların, nesneleri ile olan mutabakatı ise eğer hakikat, gördüğümüz şey ile gördüğümüzü sandığımız şey arasındaki farktır hakikatsizlik. İşte iktidar kavramı da böyle bir yanıltmaca olabilir, bizi avucunda tutan.

Tarihin ilk günlerinde başladı bu hakikat problemi. İnsanoğlunun yaşam macerasına sürekli olarak eşlik eden, zamanla farklılaşan ve büyüyen, çoğu kez yararına ama bir o kadarda tek taraflı bir kontrol aracı haline getirilen. Bu “iktidar” kavramıdır, inanmak zorunda bırakıldığımız. İnsanın doğası gereği, zaman içerisinde kılık değiştirse de hep var olacak, asla yok olamayacak bir diğer gerçeklik, hakikattir.

İlk başlarda insanın karşısına kas gücüyle yerleşen kabile reisi iken “iktidar”, bugün görünmez daha büyük bir güçtür. Kendisini her gelişmeye uydurabilen ve kendisine göre “yaratıcı” ve “gözetleyici” de olabilmeyi başarmıştır. Sanattan siyasete, sosyolojiden felsefeye her alanda hakkında tartışılan “iktidar”, haliyle irrasyonel bir varlık olan insanın oluşturduğu toplumlarda politikleşip siyasileşmiştir. Böylece tam anlamıyla insan hayatının içine yerleşmiş ve hatta bir güzel de çöreklenmiştir.

Michel FOUCAULT (1926 - 1984)

Konumuz olan “iktidar ile gözün buluşmasını” sağlayan kahramanımız, 20.yüzyılın önemli sosyologlarından Michel Foucault olacak. Kendisinden yaklaşık 200 sene önce ortaya atılmış olan bir sosyal ve bir o kadar da mimari bir tasarım olan Panoptikon’dan yola çıkarak modern iktidarların görünmezliği üzerine çalışmıştır.

Foucault’un iktidar anlayışından önce Panoptikon ile tanışmalıyız.

18.yy ‘ın sonlarına doğru, Fransız İhtilalinin de yeşerttiği özgürlük, eşitlik talepleri ile gelişen yönetsel talepler; krallıklar ve imparatorluklar için zor zamanları başlatmıştı. Rejimler sorgulanır ve özgürlük idealleri geniş halk kitlelerinde kabul görür olmuştu. Otoriter sistemler de bu talebe karşı olarak, halklarını kontrol altında tutmayı sürdürebilmek için, baskı ve denetimi arttırıcı yaratıcılıkların peşine düşmüşlerdir. Bunlardan bir tanesi de 1975 senesinde kendisine verilen hapishane tasarım projesi ile Mimar Samuel Bentham ve kardeşi toplum kuramcısı Jeremy Benthan tarafından geliştirilen “bütünü gözetlemek” anlamına gelen Panoptikon’dur.

Bentham’ın tasarımında temel alınan düşünce, dönemin geniş kitleleri kontrol altına alma felsefesidir. Yapının tasarımıyla ilgili olarak da en belirgin özellik, otorite odaklılığı ile çok az sayıda gardiyan tarafından çok fazla mahkumu izleyebilmek veya izlendiği duygusu ile kontrol etmektir.

Panopticon

Çalışma prensibi; tüm mahkumların hücrelerini gören bir merkezi kule ve orada bulunan ama görülmeyen bir gözlemci bulunmasıdır. Planın özünde “gözetleme” vardır. Ancak bu tasarım, gözetlemeyi daha da etkin hale getiren, onu bir baskı ve disiplin şekline çeviren ‘’görünmeden gözetleme’’ şekli ile öne çıkmıştır. ‘’Görünmeden gözetleme’’ ilkesinin bu planda kullanılmasındaki temel sebep, gözetleyici orada olmasa ve hatta orada olup gözetlemiyor olsa dahi, kişiye gözetlendiği hissinin verilmesi ve kendisini sürekli olarak var olan otoritenin istediği şekilde davranmasıdır. Bu şekilde iktidarın istediği otorite süreklilik kazanacaktır.

İşte yıllar sonra Foucault’nun etkileneceği fikir de budur. Toplumu kontrol eden otoritenin ve otoriteyi mümkün kılan iktidarın belirme şekli.

Foucault, iktidarı sadece devletin veya hükümetin sahip olduğu bir şey olarak değil, toplumun her düzeyinde ve ilişkiler ağında da bulunan bir güç biçimi olarak ele alır. Ona göre iktidar sadece baskıcı ve disiplin altında tutan bir mekanizma değildir, toplumda birçok şekilde işlerlik kazanır. İktidar; kurumlar, disiplinler, normlar ve bilgi üretimi gibi birçok mekanizma tarafından desteklenir ve yayılır. Foucault, iktidarın dağınık ve merkezsiz bir yapıya sahip olduğunu da işte tam bu nedenle ileri sürer.

Foucault'nun iktidar anlayışında önemli kavramlardan biri doğal olarak "disiplindir”. Disiplin, bireylerin bedenlerini ve davranışlarını yöneterek, onları belirli bir şekilde biçimlendiren güç ilişkilerini ifade eder. “Panoptikon” metaforundaki hapishane, okul veya askeriye gibi kurumlar, bireyleri disipline etmek için kontrol mekanizmaları kullanır ve iktidarlarını da bu şekilde yaygınlaştırırlar.

İktidarın ana işlevi, insanları kontrol altında tutmak veya belli bir şekilde davranmaya zorlamak değil, onları yönetmek ve yönlendirmektir. İktidar, toplumun her alanına nüfuz eder ve insanların düşüncelerini, davranışlarını ve beklentilerini şekillendirir. Bu nedenle, iktidar ilişkileri, toplumun her düzeyinde var olan mikro düzeydeki güç oyunlarını da içerir. Foucault, iktidarın sabit ve statik bir varlık olmadığını savunur. Ona göre, iktidar sürekli olarak yeniden üretilir ve değişir.

Foucault'nun iktidar anlayışı, geleneksel siyasi teorilerin ele aldığı devlet merkezli bir yaklaşımdan çok farklıdır. Çünkü toplum ile değişen bir olgudur iktidar.

Kendisi ile ilgili algımız ne olursa olsun “iktidar”, çeşitli sembollerle kendini sürekli görünür kılan ve bu özelliğinden dolayı da bizlerin özdenetimini otomatik olarak harekete geçirip sınırlayandır:

Diyor ki Foucault;

İktidar her yerdedir. Hapishanede, tımarhanede, hastanede, okulda, bilgide, bilimde ve işyerindedir iktidar. İktidar, kodlamada, kapatılmada, yasaklamada, baskıda, gözetlemede, denetlemede ve yönetmededir. Okulda okuduğumuz kitapta, evde karşılaştığımız baskıda, gönderildiğimiz odamızda, kilitlendiğimiz tuvalette, sokakta gördüğümüz şiddette, yediğimiz tokatta, tekmede, coptadır. Hastanede yediğimiz sakinleştirici iğnededir, klinikte bilinçaltımıza ulaşmaya çalışan sözcüklerdedir iktidar. Politikacıların nutukları, anne ve babanın tavsiyeleri, öğretmenin cetveli ve komutanın sana verdiği tüfektedir iktidar. Bir örnek giydiğimiz önlükte, üniformada, takım elbisede, tulumdadır. İş yerinde yöneticinin ayak sesinde, askerde botların parlaklığındadır. İktidar, yönetmekte ve yönetilmektedir.”

İşte bizler de her beş senede bir bizleri yönetsin diye seçmekte olduğumuz yöneticilerin, aslında etrafımızdaki iktidarın sadece çok küçük bir bölümünü oluşturması gerektiğini ve onu sadece gözetleyici olarak kabul ettiğimizi unutuyoruz. Modern dünyada siyasi iktidarlar elindeki güçleri, kendilerine insanlar tarafından verilen izin çerçevesinde kullanabiliyor olduklarından, insanlarını sadece Panoptikon’unun baskıcı tek taraflı kontrol araçları ile izlemek suretiyle yönetiyorlar. Biz ise coğrafyamızda, bir ironiyi hayatımıza sokuyor, bizi gözetleyecek ve baskı altında tutacak olan siyasi iktidarı kendi oylarımız ile seçerek tayin ediyoruz ve sonra da bir güzel kendimizi kullandırıyoruz.

İşte; insan ırkının aslında ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunun, kendisine ne kadar güvensiz olduğunun, gözetlenmeden “doğru” ve “temiz” kalabileceğine inanmadığının resmi. Toplumsal varoluş içerisinde çağlar boyunca kendisini geliştire geliştire ancak, tayin ettikleri tarafından gözetlenmek suretiyle, iyi yolda ve sistem ile uyumlu kalabilmesi mümkün olan en gelişmiş canlı türü.

Bugün ülkemizde yaşadığımız iktidar mücadelesine ve ona bağlı bir alay çağdışı ve ilkel yöntemlerle bezeli seçim süreçlerine, bir de bu geniş Foucault tanımı üzerinden bakalım. Bizi daha istediğimiz şekilde denetlesin ve gözetlesin diye denetçilerimizi mi seçiyoruz? O denetçiler bize birer gardiyan gibi davranıp, ele geçirmeyi hayal ettikleri güç için gözleri dönmüş bir şekilde, bizim insanca yaşamak için kurguladığımız sisteme, insanlık dışı yöntem ve hilelerle nüfuz etme peşindeler.

İktidar kavramının içine hak, hukuk ve adalet terimlerini yerleştirmeyi deneyin. İktidar mutabakatı içerisinde bu özlemlere yer aramaya kalktığımızda dünyadan ne kadar uzaklaşmış olduğumuz da belirginleşmiyor mu? Eğer onlara yer bulamazsanız, kadın-erkek eşitliği, saygı, barış, insan hakları, doğa sevgisi, gibi biraz daha yumuşak olanlarını deneyin. Bu kavramların da naif kaldıklarını görecek, büyük kalabalıkların umurunda bile olmadıkları gerçeği karşısında üzüleceksiniz.

Acaba sadece insan gibi yaşayabilmeyi hak etmek için temel taleplerde ısrar etmeyi atlamış veya Faucault’un iktidarı özetlediği paragrafında yer alan kavramlara direnç göstermekte çok mu geç kalmışız. İnsanların bir arada barış içerisinde yaşayabilmek için yapacağı bir seçim yarışında, sadece insanlık konuşulması gerekirken, bizler bulunduğumuz coğrafyada yıllardır korku, kaygı, endişe, düşmanlık ve tehlike üzerinden tercih oluşturmak zorunda kalıyoruz.

Gelişmiş bir toplum düzeninde olduğumuzdan; teknoloji, uzay ve yapay zekâ çağında bulunduğumuzdan emin misiniz?

Keşke Foucault’un iktidar tanımı kolay ve yutulan bir cinsten olabilse de çok fazla takılmadan içselleştirebilsek. Her tarafımızı en acımasız şekilde saran bu kavramı keşke sadeleştirme imkânımız olabilse. Keşke iktidar bizler için sadece bizi yanlışlara yönelmekten engelleyen bir Mobesa kamerası veya trafik radarı ile sınırlı kalsa. Gözetleniyor olmanın caydırıcılığı ile kurallar içinde yaşayabilmek kadar kolay olabilse iktidara bakış açımız.

Bizler daha “Panoptikon” ile iktidarın baskıcı kontrol seviyesinde kayboluyoruz. Modern dünyanın “Sinoptikon” gibi gönüllü esaretlerine ve postmodern dünyanın “Omniptikon” kavramlarında ise ne yazık ki tamamen yok olacağız.

Dilerim; er ya da geç, zihinlerimizdeki çağdaş iktidar algılarımız ile yaşamlarımızdaki olgular buluşur ve kendi hakikatlerimizi yakalayabiliriz.