Zamanın neresindeyiz ?

Zaman konusunun, “algı” ile çözümlenen bir diğer boyutu olabileceğini ilk farkına vardığımda, üniversite yıllarında idim. Almakta olduğum mühendislik eğitimi, bana ısrarla zamanın koordinat sistemine ilave olan 4. Boyut olduğunu anlatmaya ve dünyanın güneş etrafındaki dönüşüne  ilişkilendirilmiş bir referans ile onu en küçük birimlerine kadar tarif etmeye çalışırken, ben onun ilk kez gördüğüm tablosunun karşısında elimdeki dergiye bakakalmış ve kaybolmuştum.

Zaman, kendisini anlayamadığımız için ölçmeye çalıştığımız bir şey miydi? Yoksa bunu gerçekçi olarak,  hiçbir şekilde başaramayacağımız tuhaflığı ile bir ironi oluştursun diye mi gözümüz hep onun üzerindeydi?

O, kendisini bir sınırlama ölçüsü olarak kullanmaya başladığımız her durumda  elimizden hızla kaçırıveren, serbest ve özgür bırakıp hiç kendisi ile ilgilenmediğimizde de yerinden kımıldamayan mıydı ?

Bu tablo en yalın çizgi ve motifleri ile işte bu karmaşayla buluşturuvermişti beni. Tuhaftır ama, daha önceleri gördüğüm hiçbir resme benzemiyordu Salvadore Dali’nin “The persistence of memory” si. (Belleğin Azmi)  

Bu resmi sonradan ne zaman görsem ve hakkında ne zaman bir şey okusam, aklım saatlerin bükülmesine ve erimesine takılıp kalıyor.

Dali’nin 1931 de yaptığı ve belki de onu henüz 28 yaşındayken meşhur eden bu tablo, görülebilecek an “akıl bükücü” tablo olma özelliğini taşıyor olabilir. Onun Picasso ile tanışması ve “sürrealist” akımın içerisinde özel bir yer edinmesini sağlayan da yine bu çizgiler. Resim bakana, “ne görmek istiyorsa onu gösteriyor”, ne düşünmek istiyorsa onu düşündürtüyor”. Gerçeği ve yalnızca gerçeği görmek isteyen için bir çift göz oluveriyor, eriyip bükülen saatleri ve sessizliği ile. Tablo sınırsız bir dinginlik sunuyor. Duran ve gün batımı ile hükmünü yitiren “zaman”ın, çürümüş bir et parçası gibi karınca ve böcekler tarafından yenmesi, muhteşem bir hareketsizliği açığa vuruyor.

Bu özelliği ile resmin, birçok Rock grubuna ilham kaynağı olduğunu tek düşünenin ben olduğumu sanmıyorum. Pink Floyd’un tüm müzikleri bu tabloya öyle çok yakışıyor ki, albüm kapaklarının sürrealist tablolardan seçilme nedenlerini daha kolay anlayabilir hale geliyorum.

Bu tablo, bize hükmeden “zaman”ın erimesi ile içinde bulunduğumuz endüstriyel kültür ile bir çatışma sunarak karşımızda çok anlamlı bir kapı aralıyor, içinden güle oynaya geçelim, yeni ve hiç denenmemiş düşüncelerin keyfini yaşayalım diye.

Haliyle, durup dururken başlamadım “zamanı” düşünmeye. Yaz Saati – Kış Saati tuhaflığı ile benim saat ayarlarımla oynandı, hiç gereği yokken...

Tam 2 haftadan beri her sabah içinde uyandığım ve koşmaya çıktığım saat diliminin karanlıklar içerisine gömülmüş olması ve dolayısı ile “insan-zaman” sorularını arttırmış olmam bunda büyük bir etken oldu. Bu konuda okuduğum bir yazı (*) da, düşüncelerimi ateşleyebilmek için arayıp da bulamadığım fitil oldu.

Endüstriyel kültür içerisinde üretebilme telaşının kucağına atılmak için güne başlamak ve Dali’nin resmettiği dinginliği terk etmek zorunda kalan insan, bu iyi niyetli ve de zorunlu çalışma gayretinin karşısına dikilen zifiri karanlığı görünce kolay kolay motive olamıyor. Üstelikte, “gün ışığını” tasarruf edebilme ayarları ile tüm dünyanın kabul ettiği koşullarda entegre olabilme şansı pekala varken.

Bence, hatalı bir isimlendirme ile “ileri saat uygulaması” dediğimiz değişiklik, kendimize oluşturmak istediğimiz referans ile doğrudan ilişkili.  Saate “ileri” sıfatı koyduğumuz zaman , onun düzeltilmesinden doğal bir şey yokmuş gibi yanıltıcı olabiliyor. Zira hem konunun, gün ışığını tasarruf etmek ve onu daha yararlı kullanmak olduğu konusundan uzaklaşmamak şart, hem de kendimizi karanlığın içerisinde bırakmanın ve akıntının tersine direnmenin gerçekçi bir açıklamasını bulmak zor.

Türkiye’nin nüfus yoğunluklarını ve ağırlıklarını gösterir yandaki harita bu konuyu daha kolay anlamamıza yardımcı olabilecektir. Matematiksel olarak , Türkiye’nin nüfus dengesi, nüfus yoğunlukları açısından bakıldığı zaman Kocaeli'nin “İzmit” ilçesi civarında hesaplanabilmektedir.  Yani İzmit’i (30.meridyen) referans alan her saat düzenlemesi ülke geneli için en adil paylaşımı veriyor olacaktır.

En doğusu ile en batısı arasındaki 19 meridyenlik mesafe (26-45 Doğu Meridyenleri arasında bulunuyoruz), her bir meridyen arasının 4 dakika olduğu bir formülde, ülkemizin iki ucu arasının 1,5 saatlik bir zaman farkına sahip olduğunu bize söylüyor. Dolayısı ile, adil bir yeri referans almalıyız aynı saati kullanacaksak.

Burada sırası gelmişken, “ekinoks” ile ilgili bilgilerimizi tazelemekte de büyük yarar var. Güneş ışınlarının Ekvator’a dik vurduğunda oluşan aydınlanma çemberinin kutuplardan geçtiği anlar, yani gece ile gündüzün eşit olması durumudur. Yılda, 21 Mart ve 23 Eylül tarihlerinde iki kez oluşur ve ışığın adil dağıtılması için değerli bir referanstırlar.

Tüm ülkeler, kendi saat ayarlamaları ile ilgili olarak yapacakları düzenlemelerde, bu tarihleri ve nüfus yoğunluklarını dikkate almaktadırlar. Ülkenin saat ayarını, nüfus yoğunluk merkezine göre sabah saat 06:00 da güneş doğmasına ve 18:00 de batmasına ayarlamak kuşkusuz en doğru ve en kabul edilmiş yöntem olmaktadır.

Bizler, Türkiye’de saat ayarımızı “yaz” da bırakmak suretiyle, kendimizi Mart ekinoksunun ışığında bırakmış bulunuyoruz, ya da bir başka deyişle, nüfus yoğunluk merkezimizi İzmit’ten bir saat doğuya, yani Iğdır’a (yaklaşık 15 meridyen boyu) kaydırmış oluyoruz.

Bunun arkasında hiçbir mantık ve bilimsellik aramanın ne faydası ne de anlamı var. Zira eğer belli bir saat ayarında kımıldamadan durmak istiyorsak, nüfusumuzun dağılımı bize kış saatinde kalmamız gerektiğini söylüyor. Ülkemizin nüfusunun ortası olan İzmit için ekinokslardaki saat sabitlemesinin 07:00 – 19:00 olarak yapılması anlamlı değildir. Bunun yaratacağı tuhaflık, en kısa gün olan 21 Aralık’ta, nüfusumuzun ağırlıklı ve büyük bir bölümünün sabah 08:00 de gün yüzü görecek olmasıdır.

Aslına bakacak olursak, yaz saati uygulamasının son gününde yapılan düzenleme ile, ülkemizin gerçek zamanı bir saat geriye alındı ve batıdan 1 saat uzaklaşmış olduk. Yoksa konunun yaz-kış saati ile pek de bir ilişkisi yoktur.

Bu yazıyı yazmak için yapılan (ya da yapılmayan) ayarlamadan sonra 2 hafta kadar beklemiş olmamın ise çok temel bir nedeni var. Çünkü bizler aynen Dali’nin tablosunda olduğu gibi, zaman konusunda kendi ayarlamalarımızı da kolaylıkla yapabiliyor ve çok çabuk adapte olabiliyoruz. Bir çoğumuz, bu konunun yarattığı travmadan çoktan sıyrıldık bile. Zamanı, sübjektif olma özelliğini çok kolay kazanabildiğini düşünerek, bölgesel veya mutlak olmaktan da kolayca çıkartabiliriz. Objektif zamanın anlamsız geldiği andan itibaren, sübjektif zamanın zembereğini kurarız. Bu hissettiğimiz zamandır. Mutlu ve keyifli anlarımızda coşan ve koşan bu zaman, üzüntülü ve sıkıntılı zamanlarımızda ilerlemek bilmez.

Zamanı aynen Dali’nin resmettiği gibi farklı bir algı seviyesinde değerlendirsek, ona verilecek tüm ayarlardan kendimizi soyutlayabilir ve kendi zamanımızı kendimiz ölçüp kendimiz biçebiliriz. Evet, “objektif” zaman bir referans olma özelliğinden dolayı düzenleyicidir. Ama bu kalıbın dışında zaman kavramını farklı yorumlayabilmek ve onu çeşitlendirebilmek zor değildir.

Zamanın bizim zamanımız olduğunu bilince, ne hızda geçmesi ve ne kadar ışık alması gerektiği de bizim konumuz oluyor. Zamanımızı kendimiz için ne kadar iyi ve etkili planlayabilirsek objektif ve sübjektif zamanlarımızı birbirine yaklaştırabilir, bize verilmeye çalışılan ayarların etkilerinden uzak kalabiliriz.

Kendi yaşamımızı realist temellere dayamak için Dali gibi bir sürrealist olmaya gerek yoktur, yeter ki zamanı bükmeyi bilelim ve onu iyiye kullanalım. Gündüzün tüm gücünü geceden aldığını bilmeden, ve onu karşıtı ile birlikte düşünmeden sevmeyelim.

Yoksa güneşin 06:00 da doğması ile 07:00 de doğması arasındaki fark sadece 1 saattir ve objektiftir, bizi asla bağlamaz. Çok değil, en fazla 6 ay sürer karanlığın hükmü...

 

(*) Onay Avşar’a açtığı kapı için teşekkürlerimle….