Silahları gömün !...

Çocukluğumun en heyecanlı buluşmaları, her yazın başlangıcında Ayvalık’ta yaşanırdı. Okulların tatil olmasıyla birlikte soluğu aldığım dede evi bütün çocukluk anılarımın ve özgürlüklerinin ocağı halinde idi.

Evimizin hemen arkasında başlayan orman, bütün bir yaz boyunca her çeşit oyunların, eğlencelerin, mahalle savaşlarının doğal dekoru ve hatta sahnesi oluveriyor, yazın sonunda ise titizlikle planlanan bir veda ritüelinin de sırdaşı rolünü üstleniyordu.

Ormanda geçen bütün bir yazın doğal çocukluk avadanlığı ve arkadaşı olan çam ağacından yapılmış olan sapanım, lastiklerinden ayrılıp bir gazete kağıdına sarılır ve sadece benim bildiğim bir ağacın dibine gömülürdü.

Bir sonraki yaz gidip de, onu bulunduğu yerden çıkartırken, heyecandan titrediğimi hatırlarım.

Çocukluğumuz, çok oyuncaklı geçmedi” edebiyatı yapacak değilim, çünkü her şey bizim için oyuncaktı ve çok değerliydi. Tahta sandalyenin arkasından yapılan ve çam pürçekleri üzerinde inanılmaz bir sürate ulaşan kızak konusunda üzerimize yoktu. Ya da bir sopa, bir mandal ve bir parça lastikten imal edilen küçük silahlarımızın yerini hiçbir oyuncak alamazdı.

Ama nedense ben bir çoğunun içerisinden sadece sapanımı gömerdim, çıkartacağım günün heyecanı içerisinde. Bu ritüeli büyük bir ihtimalle, okuduğum çizgi romanlardan edinmiş olmalıyım. Savaş baltalarını toprağa gömen Kızılderililer bilinçaltıma yer etmiş olmalılar.

Bu çok eskilerde kalan anım, bıraktığım yerden gelip beni buldu, geçenlerde gazetede okuduğum bir haber ile birlikte.

Haber Kayseri’de bulunduğu tahmin edilen, ama yetkililer tarafından kesin bir dille doğrulanmayan 50’den fazla Focke-Wulf FW-190 tipi Alman savaş uçağı ile ilgili idi. Haberi benim için değerli kılan ise, bu uçakların toprağa gömülmüş ve terk edilmiş olmaları idi.

Konu okuyunca ve araştırınca oldukça ilginç bir hikaye ve aldatılmışlık örneği sunuyor, sonu sanayimizin “yardım” tezgahı içerisinde geri bırakılmasına kadar dayanan.

Konuya biraz geriden, 1.Dünya savaşı sonundan başlamakta yarar var.  Yani sabreceksiniz...

Her savaş mağlubunun karşı karşıya kaldığı, asker sayısını sınırlama ve zorunlu askerlik hizmetine son verme gibi zorunluluklara ilaveten Versay Anlaşması, Almanya için denizaltı ve savaş uçağı üretimini de yasaklayan şartlar dayatmıştır. Sadece sivil ve eğitim amaçlı, motor gücü 180 beygirin gücünü aşmayacak uçak üretimi ile potansiyeli sınırlanan Alman savaş ve uçak endüstrisi, söz konusu yıllarda, kendisine “yasaksız” ve “sınırsız” coğrafyalarda üretim ortakları aramaya başlamıştır.

Rusya ile birlikte, Kurtuluş Savaşının sonrasında doğan genç Cumhuriyeti ve “istikbal göklerdedir” diyen önderi ile Türkiye, Alman şirketlerinin radarına girmişlerdir. Her ne kadar, Atatürk’ün direktifleri ile sivil ve askeri havacılığa önem verilmeye başlanmış ve eğitim için yurtdışına personel gönderilmeye başlanmışsa da, sadece kurban derileri, fitre, zekatlar ile ülke çapında bağış toplayan “ Türk Tayyare Cemiyeti” ve onun Tayyare piyangosunun , (bugün ki Milli Piyango) 1936’ya kadar ancak 300’e yakın uçağı  orduya kazandırabilmiş olduğu düşünüldüğünde, hem güçlü ve hem de bağımsız bir devlet olabilmek için bunların yetersiz olacağı aşikardır. O zamanın koşullarının en tartışmasızı olan ve bulunduğumuz coğrafyada da değişebilmesi pek olası görünmeyen güçlü bir ordu gereksinimi ile bu yetersizlik birleştiğinde, uçak üretmek için ortak arayan Alman Şirketleri, Almanya’nın 1.Dünya Savaşı müttefiki olan Türkiye’de kolayca aradıklarını bulabilmişlerdi.

İşte bu şirketlerden bir tanesi olanAlmanya’nın ünlü uçak üreticisi Junkers de (Junkers Flugzeug und Motorenwerke AG), savaş uçakları konusunda ki deneyimli kadroları ve bilgi birikimini korumak, yetişmiş kadrolarını işler halde tutabilmek için var gücüyle diğer ülkelerde yatırım yapmanın yollarını arıyordu. Junkers’de üretim için gereken teknoloji, Türkiye’de ise anlaşmalarla sınırlanmamış bir hükümet ve vizyon vardı. Bu yüzden, kendi ulusal uçak sanayini kurmak isteyen Türk hükümeti ile Junkers’in ilişki kurması fazla uzun sürmedi ve 15 Ağustos 1925 tarihinde Türk hükümeti ve Junkers temsilcileri arasında Türkiye’de kurulacak fabrikanın sözleşmesi imzalandı ve yılda 250 uçak üretmesi hedeflenen TOMTAŞ (Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi) kurulmuş oldu (*). Milli Mücadele’den alınan derslerle, üretimin yapılacağı fabrikanın yeri Anadolu’nun içinde ve dağlarla çevrili, korumalı Kayseri; ufak onarımların yapılacağı ikinci tesisinin şehri de Eskişehir olmuştu.

Ancak ne yazık ki 2 yıl içerisinde, hem Amerikan ve Fransız şirketlerinin bu kurguyu bozmak için çalışmaları ve hem de Junkers’in daha önce Rusya’da başlattığı üretim tesisinin kuruluş maliyetlerinin tahminlerin çok ötesinde gerçekleşmesinden kaynaklanan finansal sorunlar nedeniyle Junkers, 3 Mayıs 1928’de tüm haklarından vazgeçerek hisselerini Türk Hava Kurumu’na devreder ve ortaklıktan ayrılır. Fabrika ise bir süre kapalı kalmasının ardından, çeşitli lisanslar ile üretimler yapmış ama kuruluş amacı olan bağımsız ve güçlü bir hava gücüne Türkiye’yi yaklaştıracak olan seviyelere ulaşamamıştır.

2.Dünya savaşı sonrasında Amerika, soğuk savaş yıllarını başlatan cepheleşmenin bir parçası olarak, yayılmakta olan komünizm dalgasının önüne bir coğrafi engel yaratabilmek için 16 ülkeye yardım etmeye karar vermiştir. Elinde bulunan ihtiyaç fazlası uçakları, Marshall Yardımı hikayesi eşliğinde Türkiye’ye hibe etmiş ve onu üretme kararlılığından uzaklaştırarak silah sanayiinde hazırcılığa alıştırmıştır. Bu süre içerisinde ne yazık ki Kayseri Tayyare Fabrikası tesisleri de Hava İkmal ve Bakım Merkezi durumuna dönüşmüştür.

TOMTAŞ yaşatılabilmiş olsaydı, kendisi ile aynı zamanda tohumları atılan Sovyetler Birliğindeki Junkers fabrikasının ulaştığı noktalara ulaşabilecek ve belki de aynen Rusların başardığı gibi gelişmiş bir hava sanayinin temeli olabilecekti. (Bu gün MİG ve Tupolev gibi havacılık tarihinin efsaneleri, Junkers mühendislerinin geliştirdiği teknolojisiyi temel olarak kullanmaktadır.)

Türkiye’nin Amerikan yardımlarına alıştırılıp üretimden vazgeçmesi, TOMTAŞ’ın yaşatılamaması büyük bir kayıp ve başarısızlıktır.

İşte ... Bu hikayenin tam ortasına giren bir başka detay ise, gömülü savaş uçakların hikayesini oluşturuyordu.

Junkers’in Türkiye’den ayrılması sonrası, bozulan Versay anlaşması ile Alman’ların tekrar silah üretimini arttırması ve dünyanın başına 2.Dünya Savaşının kıyamet günlerini hazırlaması çok uzun sürmüyor. Bütün güç ve kaynakları ile silah üretimine giren Almanya, savaşın tükettiği hammaddeyi edinebilmek için hem eski müttefiki ve hem de savaşın tarafsız izleyicisi kalmaya çalışan Türkiye’nin kapısını yeni bir ticaret anlaşması ile çalıyor.

1941 Savaş Haritası

1941 Savaş Haritası

1941 senesinin ve Almanya’nın her hangi bir teklifinin reddinin çok zor olduğu bir dönemde, demir ve krom cevheri karşılığında 72 adet FW 190A3 uçağı satın alınır. (İlk uçuşunu 1 Haziran 1939'da yapan ve 1941'de hizmete giren Focke-Wulf FW-190, ilk olarak Kuzeybatı Fransa üzerinde görüldü ve kısa sürede İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerinin en iyi avcı uçağı olan Spitfire’a karşı üstünlüğünü ispatlamış olduğu ve savaş sonuna kadar kullanıldığı biliniyor). Parçalarının önemli bir kısmı Anadolu’daki eski TOMTAŞ tesislerinde üretilen uçaklar 1943 de Türkiye’ye gelir, ve çeşitli illere dağıtılırlar. Bir rivayete göre de bunların 50 adedi en güvenli yer olan Kayseri’ye konuşlanır ve neyse ki onların her hangi bir şekilde kullanılmasına gerek kalmadan savaş sona erer.

1947 senesinde ise Türk-Alman ortak savaş uçağı sanayi son bulur. Marshall planı gereği Türkiye’den, kendisine hibe edilecek Amerikan uçaklarını hak edebilmek için, elinde Almanlardan kalan ne varsa yok etmesi ve envanterinden çıkartması bekleniyor idi.  Türkiye yine direnemeyecek ve bu uçakları diri diri gömmeyi başaracaktı Kayseri’deki mezarlığa. Hazin bir teslimiyet hikayesi...

Bu noktada bir başka ironik ayrıntıyı da paylaşmadan geçemeyeceğim. Araştıranlar görecektir ki, dünyada ve özellikle sivil ve askeri uçak sanayiini yöneten ABD’ninTeksas ve Arizona çöllerinde, hizmet dışı kalan uçakları saklandığı birçok uçak mezarlığı bulunmaktadır. Çöllerin kuru havası, korozyonu geciktirdiği için olmalı ki, bu uçakların yok edilinceye kadar geçecek süreleri uzamakta ve kullanılabilecek parçalarının ayıklanabilmesine olanak sağlamaktadır. Uçaklar, kendilerinin olunca gösterilen muamele de haliyle daha farklı olabiliyor.

Bu yazıyı yazarken, Ayvalık ile ilgili kısmı dışında, bu paragrafa gelinceye kadar hiç keyif almadığımı itiraf etmeliyim. Okurken sizlerin keyif almanızı engellemek için de elimden ne geliyorsa yaptım. Hikaye enteresan ama konusu savaş. Hikaye, savaşın ve karşındakini yok etmek için bir endüstri kurmanın ve geliştirmenin ne kadar insanlık dışı bir şey olduğu gerçeğinin üstünü örtmeye yetmiyor. Savaşın sapı yok, neresinden tutarsan tut elinin yanmasını engelleyemiyorsun.

Sınırları çizili bir dünya paylaşımı içerisinde, o sınırları her ne pahasına olursa olsun gözü kapalı bir şekilde koruyor ve onun için o güne kadar yarattığı her şeyi yok etmeyi göze alıyor olmanın arkasına saklandığında, ne yazık ki önünü göremez oluyor insanlık.  Doğanın bizlere bahşettiği ve bizi üstün değil sadece farklı yapan insani değerlerimiz, savaş, şiddet, terör, cinayet, soykırım (ya da adı her ne ise o ilkelliğin), etkisi altına girince hızla yok oluyor ve bizi de doğadaki diğer canlılar gibi sıradanlaştırıyor.

Alanını korumak için saldıran bir aslandan, suyunu antiloba içirmeyen bir timsahtan veya yavrusunu bir tavşan ile beslemeye çalışan kartaldan ne farkımız kalıyor. İnsanın refahı ve geleceği için harcanabilecek tüm kaynakların, savaş için ne kadar hızlı bir şekilde kanalize edilebildiğini görmek umutsuzluk yaratsa da, mutlak barışın bir gün dünya üzerinde hüküm süreceğini ve insanlık tarihinde bir ilk olarak savaşsız bir günün mümkün olabileceğine ilişkin umudumu canlı tutmak istiyorum. İnsana şiddeti düşündüren, hayvani duyguları tetikleyen egoist ve bencillikten beslenen o kahrolası “gen”in bir gün bulunup, olumlu bir şeye dönüştürüleceğini hayal etmek istiyorum. Beyni rayından çıkartan sadece tek bir soru var, cevabı olmayan...

"Başkalarının "yok olması" üzerine ne inşa edebilirsin ki, bir anlamı olsun ?

Belki o gün geldiğinde çöllerin ortasında açılacak büyük çukurlara hep birlikte gömer insanlık silahları, bir daha çıkarmamak üzere. İşte sadece bu arzuyu canlı tutabilmek ve savaşın ne kadar ilkel ve kötü bir şey olduğunu hatırlatabilmek için o Kayseri’deki savaş uçaklarını çıkartıp sergilemek şart.

Bugün bu 50 uçağın peşinde birçok kişi olduğunu ve bu efsane uçakların topraktan çıkartılarak müzelerdeki yerlerini almaları için birçok savaş tarihi düşkününün aynen benim sapanımı gün yüzüne çıkartırken yaptığım gibi heyecandan titremekte olduklarını düşünüyorum.

Biz genel olarak savaş tarihini “jilet” yapan bir ülkeyiz. Her gün tıraş olurken yüzümüzde Yavuz zırhlısını gezdiriyoruz. Umarım ve dilerim ki çıkartılacak olan bu uçaklar aynı akıbete uğramazlar ve bizler onları HİSART gibi çağdaş müzelerde görebilme, savaş tarihinden ve onun kirli yüzünden ibret alabilme şansını yakalarız.

 

 

(*) Havayolu 101 Arşivi, Türk-Alman İlişkileri (Cemil Koçak)