Beyin Şavaşımız...

İnsanlara, yeni ve farklı şeyler yaptırmanın zorluğunu her düşündüğümde ve “alışkanlık”larımızın dışına çıkamamak için üst üste dizdiğimiz engeller ile her yüzleşmemde hep aynı noktada tıkanırdım.  İnsanların kendileri için atacakları adımlardaki isteksizlikler Paul MacLean ile tanışıncaya kadar çok irrasyonel gelirdi. Peşinden durmaksızın koştuğumuz “gelişim”, kendisini sadece konfor alanları dışında yaşatıyor, bunun için “kişiye özel” ve biraz da sıra dışı yöntemler gerekiyor. Kalıcı gelişimi sürekliliğe kavuşturmak, belki de bu yüzden çok zor.

Paul MacLean (1917 – 2007) tarafından geliştirilen teori, evrim teorisini kabul edenler için sihirli bir dokunuşla bu gelişimin boğazındaki düğümleri çözüyor. Birleşik Devletler Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü eski başkanı, Paul MacLean’in 1960 lardan başlayarak öne sürdüğü tezler, gördüğü yoğun ilgi nedeniyle 1990 lara kadar geliştirilmiş ve artan bilimsel gözlemlerin desteği ile de bir teori şeklini almıştır. ”Üç Beyin Teorisi” (The Triune Brain Theory) olarak bilinen şekliyle, insan davranışları ile ilgili önermeleri hemen her branşın ilgi alanına girmeyi başarmıştır. “Üç Beyin Teorisini” anlamadan ve bilmeden geçen her dönem ve atılan her adım, bence gelişimin sınırlı ve mesafenin kısa kalacağı dönemler olmaya mahkum kalacaktır..

Üç Beyin Teorisine göre insan kafasında bir yerine, evrimini milyonlarca yıldır kol kola sürdüren üç ayrı beyin sistemi bulunmaktadır. İnsanın geçirdiği evrim sürecindeki farklı ihtiyaçlarını kucaklamak için oluşmuş üç ayrı beyin tabakasından bahsediyoruz. Bunlar;  en alta ve en eski olarak, sinir sistemini yöneten ve saran Sürüngen Beyin (Reptilian Brain) , onun üzerinde yer alan Limbik Sistem (Limbic Brain) ile en üstte ve en genç olarak bulunan Neo-korteks.  Bu tabakaların her birinin ayrı ayrı işlevleri olmasına rağmen, her üçü de birbiriyle sürekli etkileşim halinde evrilip duruyorlar.

Bu teoride yer alan tabakalara ayrı ayrı bakmanın , gelişim ile ilgili çözümlemeleri daha kolay yapabilmek için gerekli olduğunu düşünüyorum.

Sürüngen Beyin : En eski beyin sistemi ve adını insan evriminin çok ötesinden gelen sürüngenlerden almış. Tek görev alanı “Yaşam” ve onun sürdürülebilmesidir. Tüm hareket sistemine komuta eder ve milyonlarca yıldır aynı 4 işlevi yerine getirir. Tehlike karşısında; kaçmak, donmak ve savaşmak ile soyun devamını sağlayacak üreme faaliyetlerini sürdürmek.  Yeme-içme, güvenlik, rahatlık arayışı hep onun görevidir. Yönettiği tüm davranışlar;  gelenekselleşmiş, kinestetik ve otomatik davranışlardır. “Değişim” onun için en büyük tehdit olarak algılanır onunla mücadele etmek ister.

Limbik Sistem : İlk memelilerden bu yana evrimini sürdüren ve duyguların denetim merkezi olan katman. Sevgiden nefrete, tutkudan korkuya kadar tüm duygular bu merkezin yönetiminde. Ayağınıza yaslanan bir kediyi hayal edin ve onun başını okşarken aranızda kurulan iletişimi düşünün. Siz de, kedi de limbik bir denetim içerisinde bulunuyorsunuz. Bu iletişimi avcunuzdaki bir civciv ile neden yaşayamadığınızı anlamak zor değil. Bu beyin sistemine, sadece memelilerde belirgin davranışlar üretiyor olduğu için de memeli beyni deniyor.

Ve, en genç beyin sistemi... Neo-korteks... Sadece insanda bulunan ve belki de onu dünyanın hakimi kılan katman. Kafatasımızın içerisinde en fazla yer kaplayan ve içerdiği milyarlarca nöron bağlantısı ile bizlere sağladığı sınırsız zenginlik. Hayal etme, algı, sezgi, mantık, muhakeme, kıyaslama, karmaşık analizler, planlama, soyut düşünebilme, kurgulama, birleştirme, problem çözme vb. hemen her üstdüzey davranışın merkezi. Ona “Geleceğin Beyni” denmesinin nedeni de bu.

İşte en alttan ve en eskisinden başlayarak, evrim sürecine eşleştirilen ve sonunda en üste ve en gencine varan 3 bölümlük teori.

İnsanın evrimi içerisinde ulaştığı bu noktada neyi yaptığından çok “neden” yaptığını veya yapamadığını anlamamıza bu teori yardımcı oluyor, ve tüm derin sosyolojik değerlendirmelerin orta yerine oturduğu gibi, günümüzde tüm pazarlama faaliyetlerinin de can alıcı analizinde kullanılıyor. Biraz iddialı olacak ama bu teoriyi es geçerek, hiçbir ürünü satamaz, programı izletemez, politikayı/stratejiyi anlatamaz, oyları toplayamaz, insanları yönetemez veya inovasyon yaptıramazsınız. Çünkü bu teori “insan” davranışlarını çözümlememize, koşullandırmamıza ve yapılaştırmamıza yarıyor.

Sadece korkarak ve güvenlik katmanında yaşayan toplumları düşünün (etrafınıza bakmanız yeterli olacaktır). Bu toplulukların güvenlik ayarlarının düzensizliği ve bozukluğu, onlar için savaşmak, kaçmak, donup kalmak ile cinsi sürdürmeden anladıkları (ki bence kadına şiddet ve tecavüz de bu alana giriyor) basit sinyallere dönüşüveriyorlar. İçinde duygu, sevgi olmayan veya geleceğe ilişkin hiçbir insani veya ulvi içerik barındıramayan davranışlar. Baskı altındaki toplulukların “sürüngen” refleksleri.  Amacım, bu sürüngen beyin davranışlarını tartışmak olmadığı için, geçiyorum ve bunu düşünmeyi okuyanlara bırakıyorum. Düşününce, birçok “neden?” sorusunu kolaylıkla cevaplayabileceksiniz.

Bu üç beyin sisteminin en ortasında bulunan Limbik sistem, üzerinden geçen tüm komutlara biraz duygu ve his katmaya çalıştığı için, belki biraz daha ılımlı ama yine bir o kadar sınırlayıcı özellikler yaşatıyor. Tüm barındırdığımız duyguların altında yaşayan ve bizi “özgün” biz yapan “değerlerimiz”in hemen tüm davranışlarımızda kendisini hissettirmesi, işte bu duygu katmanının büyük başarısı olarak harekete geçiyor.

Ancak bizim davranışlarımızı çözümleyen kısmın bir başka ve daha tehlikeli bir problemi var. Duygu ve değerleri kendi başlarına bıraktığımız zaman, aynı problemleri beynimizin içerisinde hep aynı nöron köprüleri ile kurmaya eğilim gösteriyorlar. Başka bir deyişle, problemlerin karşısında yaratıcı olabilme ve çözümlere farklı yollar deneyerek ulaşabilme imkanımızı sınırlıyorlar.  Limbik sistem ve Sürüngen Beynimiz o kadar baskın ki, çoğu kez bizi biz, yani insan olarak ayrıştıran Neo-korteksimize hiç iş bırakmadan, bir “oto pilot” vazifesi görüyorlar.

Beynimizin en büyük bölümü olan Neo-Korteks’in çok az bir bölümünü kullandığımıza ilişkin şehir efsanelerini bir hatırlayın. Derler ya, insanoğlu beyninin sadece %10'luk (!) bölümünü kullanıyor. Bizi “öğrenilmiş çaresizlikler” içerisine hapseden kısıtlarımızı anlamadan bu %10u tartışamayız.

Düşünün ki, beynimiz (oto pilot konumunda) bizi eskiden kazanmış olduğu ödüllerin peşinde kendi istediği yönlere ve kısa yollara sürüklüyor. Bizler de, aslında gayret etmemize rağmen, o kısa yolun bize hatırlattığı ödülün dışında düşünemiyoruz. Öğrendiklerimiz bir anlamda çaresizliğe dönüşüyor. Diyet yapan ve yediğine dikkat eden herkesin sürekli olarak “fırında makarna”, “sucuklu yumurta” veya “mantı” düşünmesi de aynı nedenle. Onların verdiği tat ve mutluluk (Ödül) bizi sürekli olarak yolumuzdan çıkarmaya çalışıyor. Diyet ile yeni bir şey yaşamaya çalışırken, karşımıza eski ödüller yığılıyor.

Peki bu ödüller ile baş etmek için ne yapmak lazım ?

Beynimizin bizi limbik sistem içerisinde denenmiş “ödül”lerden oluşan “duygu”lara hapsettiğini kabul ederek başlamalıyız. Ödüller, bizim “otopilot” mekanizmamız içerisinde, artık üzerinden gide-gele otoyollara dönüşmüş olan nöron bağlantıları ile hep denenmiş, ve öğrenilmiş alanlarda kalmamıza neden oluyor. (Bu bağlantıları, bizim “kişisel konfor alanımız” olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır). Tüm problemlerimizi, reflekslerimizi, davranışlarımızı, hareketlerimizi ve hatta düşüncelerimizi “aynı” laştıran ve bizi içerisinde emeksiz, alışılmış, rahat, telaşsız, belki tembel, gayretsiz, gelenekçi, miskin, hırssız, tutkusuz, heyecansız ve en önemlisi motivasyonsuz kılan bir “konfor alanı”.

Bu konfor alanı terkedilmediği sürece ve ödül-duygu zinciri kırılmadıkça, ve daha güzel “ödüller” hayal edilmediği sürece “otopilot” devredışı kalamıyor.

İşte bunun için bize evrim sürecinin bahşettiği en büyük zenginliğimiz olan Neo-korteks’e yani geleceğin beynini çalıştırmamız lazım. İçerisinde barındırdığı, analiz, sezgi, ilham, algı, mantık özelliklerini yeni ödüller yaratmak ve yeni cevaplar bulmak konusunda durmaksızın kullanarak “yeni” yollar, “yeni” çözümler oluşturmak için gayret göstermeliyiz.

Şimdi geri dönelim, şehir efsanesine.

İnsan, beyninin %10 ndan fazlasını kullanamama konusunda ne kadar seçeneksizdir? Evrim ile beynimizin, bizim kullanamayacağımız bir hacime büyüyebilmesi bana hiç gerçekçi gelmiyor. Beynimizin %90’ı sadece bizim kullanmayı tercih etmediğimiz bir alan olabilir. Çünkü %10 tarafında bize mutluluk veren ödüller, ilave bir şeyler aramamızı engelliyor.

İşte sadece bu özelliği ile üç beyin teorisi , insan ve insan topluluklarının bulunduğu ortamlarda sonuca ulaşabilmek için mükemmel bir araç haline gelebiliyor. 3 beyin teorisi, iddia ediyorum, üzerinde düşünmeye başladıktan sonra tüm yaşamınızı ve insan davranışlarına bakışınızı değiştirecektir.  Yönetim ve Liderlik, Reklamcılık, Pazarlama, İş Geliştirme, ARGE, İnovasyon, Mükafat ve Ödül Sistemi, Müşteri ve Çalışan Sadakati, Eğitim gibi her yaşam alanımızın etkinliğini arttıran ve planlamasını kolaylaştıran bir teoriden bahsediyorum.

Ekibinizin yaratıcı olmasını istiyorsanız, kendinizden başlayın. Onlar için yeni koşullar “yaratın”. Onları kalıplarının dışına itmek ve içeriye geri kaçacakları kapıyı arkalarından kapatmak zorundasınız. Hayalini kurduğunuz “inovasyon” ancak bu şekilde mümkün olacaktır. Onlar için içeride hiçbir ödül bırakmamalısınız.

Bugün kendiniz için de bir şeyleri farklı yapmaya başlayın. Saatinizi ters kolunuza takın, hiç okumadığınız bir dergi alın, hiç açmadığınız bir kanalı bulun televizyonda, uzun süredir hiç konuşmadığınız bir arkadaşınızı arayın.  10 yıldır giymediğiniz bir tişört olsun hafta sonu giysiniz. Bu hafta sonu daha önce hiç yemediğiniz bir şey yiyin. Ya da yemeğe tuz-karabiber değil kimyon veya kekik serpmeyi deneyin. Yeter ki hep aynı şey olmasın yaptığınız. Belki de yeni nöron bağlantıları size yeni kapılar açacak.

Aynı şeyleri yaparak, farklı sonuçlar elde etmeyi hayal etmek sadece vakit kaybıdır.