Aydınlanma 2.0

 

Yıllar önce Hannover Bilişim Fuarında bir turnuva izlemiş ve ortamın dehşet verici çılgınlığı ve adrenalini karşısında “küçük dilini yutmuş” birisi olarak düşünmekten bile kaçındığım kaygılarımı yaklaşık 2 ay önce tekrar yaşadım. “Bakalım ne zaman başımıza gelecek?” diye endişelendiğim konu hayata geçmişti, daha doğrusu hayatımıza zorla girmişti. 

Aklımdan geçenleri daha iyi anlatabilmenin yolunu bulmam için size bir örnek olarak Saahil Arora (27) tanıtmalıyım, belki o zaman bunları neden anlatıyor olduğumu anlayacak ve bana hak vereceksiniz. Bu genç dünyanın bir numaralı elektronik oyuncusu olarak tanınıyor.

Ama önce biraz geri gitmekte ve hafızalarımızı yenilemekte yarar var.

Dünya ve evren gerçekleri ile insanlığın arasına giren ve onu kendi gözü ile algılatmaya çalışan tarihi kurum ve düşünce sistemleri, 1700lerde bilgiye doğrudan ulaşma gücünü kendisinde bulan ve onu savunanların başlattığı “Aydınlanma” dönemi ile ilk yenilgilerini almışlardı.

Bu değişim ve dönüşümün başlattığı gelişim, insanlığın Akıl ve Bilim ekseninde ilerleyişinin yolunu açmış ve medeniyetin bu günkü seviyelerine ulaşmasını mümkün kılacak nesillerin yetişmesini sağlamıştır.

Dünya ve onun sorunlarına gelenekselci ve tek bir açıdan bakan tüm baskıcı sistemler, insanlığın bu bilgi ve “mutlak doğru” isteği karşısında dayanamamış ve kendilerini de yenilemek zorunda kalmışlardır.

Aydınlanma çağının (17. Ve 18 yy.) kazanımlarını, çok daha güzel ve doğru cümlelerle özetleyebilmek mümkün. Ben, varmak istediğim nokta itibariyle onu, sadece “Batı toplumunda gelişen, akılcı düşünceyi eski, geleneksel değişmez kabul edilen varsayımlardan, ön yargılardan ve ideolojiler karşısında özgürleştirmeyi ve sadece “bilgi”ye dayalı bir kabulü geliştirmeyi amaçlayan, bir dönem” olarak tanımlamakla yetineceğim.

Bunu yaparken onun ilk temsilcileri olan Descartes, Leibniz, Kant, Diderot, Montesquieu, Jean – Jacques Rousseau, Voltaire, John Locke ve nicelerini de saygıyla anarak geçeceğim.

Gerçek ile insanlığın arasına giren ve oraya yerleşip, oradan beslenmeye çalışan tüm sistemleri de elimden geldiğince ve çıldırasıya reddedeceğim.

İşte konumun Saahil Arora ve onun gibilerle buluştuğu nokta da burası. O, çocuklarımızı “yeter artık, kapat şu bilgisayarı ve oyunları” diye uyardığımız ortamlardan ve giderek büyüyen bir endüstriden para kazanan bir oyuncu. 130 Milyon izleyicisi olan ve oyun endüstrisini hızla peşinden sürükleyen “League of Legends” (LoL) ın efsanevi kahramanı. Bu alanda nam salmış ve elektronik oyun turnuvalarından milyonlarca dolar kazanç elde eden binlerce genç ve hatta çocuktan bir tanesi.

9-11 Aralık 2016 da, Barcelona’nın Palau Sant Jordi spor salonunda binlerce genç doluştu... Ancak, içeride bir basketbol ya da voleybol maçı değil bir e-spor all-star maçı var. Yaşları 12-25 arasında değişen binlerce genç, büyük bir heyecanla e-spor’un yıldızlarını bekliyor. Avrupa’nın ve Uzakdoğu’nun en zeki ve hızlı e-spor oyuncuları League of Legends All-Star maçı için karşı karşıya gelecek; ‘Buz Takımı’ ve ‘Ateş Takımı’ formalarıyla...

Riot Games, Türkiye de dahil dünyada League of Legegends (LoL) adıyla e-spor organizasyonları düzenliyor. 5’er kişiden oluşan takımlar, bildiğimiz sporlardaki gibi, lig usülü karşı karşıya gelip birbirlerini bilgisayar oyununda yenmeye çalışıyor.

Dünyada yeni bir spor doğuyor... Özellikle 15-25 yaş kuşağının futboldan bile daha fazla ilgi göstermeye başladığı bu sporun adı; e-spor. Aslında spor falan değil. İsmine spor dalı yakıştırması, sadece onun sanki bir spor dalı imiş gibi seyirci çekmesinden ve pazar oluşturmasından kaynaklanıyor. (Tuhaf ama, Fenerbahçe , Beşiktaş ve Galatasaray da birer e-spor takımına sahip oldular.)

Evlerindeki bilgisayarlarına masum masum futbol oynayan çocuklara, doymak bilmeyen ve varlığını sürdürebilmek için yeni nesil taraftarları kendi içine çekmeye çalışan futbol endüstrisi yapacağını yapmış ve “e-spor” denen garabet içine futbolu da çekmişti. Haliyle dünyada ve Türkiye’de hızla yükselen bir trend ile dikkat çeken e-spor’a tüm profesyonel Futbol Kulüpleri giriş yapmak zorunda kaldılar. Bu alanda, yapacakları yatırımları ve uzun dönemli planları, utanmadan ve sıkılmadan uzun uzun anlatan Kulüp yöneticilerini şaşkınlık içerisinde dinlerken, bir taraftan da bu “e-sporculara” ilişkin transfer borsası karşısında da ne yapacağımı ve ne düşünebileceğimi bilemez hale geliyorum..

Bir spor kulübü olarak, hayatında topa ayağı ile vurmamış eline top/raket almamış çocuklardan oluşan takımlar kuracak ve bazı pozisyonlara yurt dışından transferler yapacaksın. Bu takımlar, elektronik ligler içerisinde oyun oynayacaklar ve sağlıklı nesiller yetiştirme amaçlı olarak kurulmuş spor kulüpleri bu pazardan parsa kapabilmek ve “yeni nesillerden taraftar yaratabilmek” için , “sağlıksız” ve "savaş/silah hayranı" zihinler yaratacak olan elektronik sporlarda birbirlerini yok etmeye çalışan takımlara sahip olmak için var güçleri ile rekabet edecekler. Hadi oradan…

Ben sporcunun, silahlısını, nişancısını ve acımasızını severim!” mi olacak sonumuz…

Yanlış anlaşılmak istemiyorum. Ben bu oyunlara karşı değilim. Bu oyunların önünde durabilmenin de artık pek mümkün olmadığının farkındayım. Aynen silah endüstrisi gibi bu oyun endüstrisinin de ne tür zihinler yaratmaya çalışıyor olduğunun bal gibi de farkındayım. Dünyada bitmek tükenmek bilmeyen savaşların arka planında, onları ve her ne gerekçe ile olursa olsun bir insanın bir diğerini öldürebilmesini haklı görebilen zihinlere ihtiyaç olduğunun farkındayım.

Sokakta top oynamak yerine evinde bilgisayarda “Football Manager” oynayan, maça gitmek yerine, sanal turnuvaları evinden/odasından/bilgisayarından takip eden, internet üzerinden kurulmuş sanal arkadaşlıklar ile sanal takımlar kurup ve yine sanal maçlar, savaşlar yaşayan bir nesil ile karşı karşıyayız. Bu nesile “barış” ı nasıl sevdirebileceğimizi bulmak zorundayız.

Evet, 1700’lerden hiçbir farkımız yok. Diderot ve Descarte gerçeğe uzanan “aydınlanma” yolunun başında durduklarında sanırım karşılarındaki manzara bundan daha çok farklı değildi. Koşullandırılmış ve sunulanı bir “gerçek” gibi yaşamaya inanmışların algısını “akıl” yoluna oturtabilmek için onların yaptıklarının bu gün bir kez daha yapılmasının gerektiğine inanmaya başlıyorum. Zira yücelttiğimiz akıl ve bilim, yine kötü ellerde. Bize “gerçeklerden uzak” ve “sanal” bir yaşam dikte etmeye çalışıyor, bizleri ve insanlığın bir sonraki nesillerini bu alana hapsetmeye çalışıyorlar.

Akıl ve bilimin yanına sığınabileceğimiz bir başka liman inşa etmemiz gerekiyor. Post-truth (gerçek ötesi) garabetini yenebilecek ve insanı tekrar yalın ve sade gerçek ile buluşturabilecek bir liman. Ama her şeyden önemlisi, 1800lerdeki gibi kendisini sevdirecek ve günümüzün televizyon, bilgisayar vb. insan nesli için tehlikeli bazı alışkanlıklardan fedakârlık yapmayı da kolaylaştıracak bir liman.

Günlük ortalama 5-6 saat televizyon seyredilen bir ülkede, ancak yılda 1 saat kitap okunuyorsa, hangi gerçeği konuşursak konuşalım, işimiz zor. Bize televizyonların gösterdiğini doğru, bilgisayarların anlattığını gerçek kabul ettiğimiz sürece ve o mecraları elinde tutanların, politika, pazarlama, spor alanlarındaki tüketicisi ve müşterisi rolünden çıkmadığımız sürece, 1700’ler öncesine doğru bir hareket, sağlıklı bir gelecekten “uzaklaşım” içerisinde kalacağız.

Aydınlanma 2.0.”, teknolojiye ve onun kullanımına karşı yapılmak zorunda kalacaktır. Rasyonelden, hümanizmadan ve barıştan uzaklaşan bir teknoloji bizi yok edip yutmadan önceki son hamlemizle, tekrar kendi gerçeğimizi bulmak zorundayız. Bu gerçeği elimize alıp, kendisinden beslenenler tarafından bize yutturulmaya çalışılan sanal gerçeğin karşısına dikilmekten başka çare yok.

İnsanın “gerçek” ile olan sınavı 300 yıl sonra tekrarlanmak zorunda. Bu yüzleşmeye ihtiyacımız var. Gerçeği kendi gözümüz ile görmeyi, ona kendi ellerimizle dokunmayı ve ancak sonra kabul etmeyi tekrar keşfetmek zorundayız. 

(Sürecek... Çünkü kafayı taktım....)