Kadırgada forsalık

campbel.jpg

15. yüzyıldan itibaren Akdeniz'deki hakimiyet kurma çabaları, parallel olarak gelişen zamanın vurucu donanma gücü olan kürekli kadırgaların tercihinde büyük rol oynamıştır. Sayıları hergün artan kadırgaların kürekçi ihtiyacını karşılamanın bir sorun olmaya başlaması ile birlikte, kendilerine dilimize “forsa” olarak yerleşmiş bulunan mahkum ve savaş esirleri işe alınmışlardır. Antik Yunan ve Roma devrinde gemilerdeki kürekçiler özgür kişilerden seçiliyor ve bol kazançlı bir iş olarak dikkat çekiyorken, artan talep, el ve ayaklarından gemilere bağlı esir ve mahkumları işgücü konumuna getirmiştir. 17.yüzyılda ise savaş taktiklerinin değişmesi borda savaşları yerini uzaktan top atışlarına bırakınca kadırgalar ve dolayısı ile forsalar yok oldu.

Hayatta kendisine tutsallıktan başka seçenek bırakmamış, ayakları zincirli ve prangalı, yapacağı işin ritmini bile kulağındaki davul sesi veya sırtındaki kırbacın belirlediği bir yaşamdan bahsediyoruz. Özgürlüğün asla ve asla bir seçenek olmadığı.

Günümüz iş yaşantısına böylesi bir metafor üzerinden yaklaşmayı düşünmüyorum ama öylesine çok profesyonel tutsak var ki etrafımda, onları gördükçe de forsaları hatırlamadan edemiyorum. Adına “ticaret “ denen ve kurumsal kadırgalarda yaşanan, rekabet tabanlı süslü savaşlar için durmadan kürek çeken.  Üstelik hiçbir suç işlememişken, günde sekiz haftada kırk saat düşünmeden ve hiçbir katkı geliştirmeden davulun ritmine uyarak yorulan. Birçoğunun tek hayali, bir gün gelip de davulun tokmağını ele geçirmek ve ritmin sahibi olmak olan. Oysa gemi aynı, yol aynı, iş aynı…

Tepkilerimizi ve hareketlerimizi kontrol etmeyi seçtiğimiz her durumda , gücümüzü neyi “seçmediğimizden” alırız. Doğal haline bıraktığımızda bütün işi, tembel bir refleksle ve milyonlarca yıllık alışkanlıklar ile yöneten ve “don”, “savaş” ve “kaç” emirlerinden başka bir şey üretmeyen sürüngen beynimimiz üstlenecek, bizi insan yapan “neo-korteks” in yeteneklerinden uzaklaştıracaktır. Bizi diğer canlılardan farklı ve özgün kılan, ve sezgi, algı, muhakeme, hayal ve umut merkezini devre dışında tutacaktır.

İşte bir tercih aşamasına eğer bir reddediş sığdırabiliyorsak ve farklı bir yol denemeyi başarabiliyorsak özgürlüğün kapısındayız demektir.Kendimizi içine bırakacağımız bu özgürlük tadı, aynı zamanda kendi karşıtından beslenen bir tutsaklık, esaret, sınırlandırılmışlık içerdiği için de daha güçlü yaşanacaktır.

İş ve normal yaşantımızda verdiğimiz tüm kararları karşıtları ve yerine koyduğumuz alternatifleri üzerine inşa etmek, ve bir satranç tahtasının siyah-beyaz kareleri üzerinde hamle kararları almak, kararlarımızı güçlü kılacak ve onlara daha büyük bir enerji ve heyecanla sahip çıkmamıza yardımcı olacaktır. İşte biz buna kısaca “tutku” diyoruz.

Şimdi metafora ve “forsa” tutsaklığına tekrar dönüp bakalım ve tercih yapabiliyor olmanın veya seçebiliyor olmanın ne kadar anlamlı bir değer olduğunu düşünelim. Bunun temelinde, kendimize arasından doğru ve daha “tutku”lu olanı seçebileceğimiz ve kendimiz için sürekli biriktirdiğimiz seçeneklerimiz bulunuyor.

Şimdi iki elinizin bileklerine bir bakın, “sizi özgür hayallerinizden alıkoyan herhangi bir pranga var mı ?” diye. Varsa eğer, sizi onlardan kurtaracak ne imkanlar yaratabilirsiniz kendiniz için, buram buram siz kokan? İnanın kendinize seçenek arıyor olmak, kendinizi daha özgür hissedeceğiniz hayallerde rol almak bile sizi ferahlatacak , güçlendirecektir.

Kendi kadırganızın forsası olmak ve ritmi oluşturmak, dileğince kürek çekip, dümeni istediğin yöne çevirmek ve istediğin kadar yol almak. Kendi yelkenlinde dümenci olmak, özgürce uzak durabilmek her çatışma ve savaştan. Bu bir tercih olabilir, ve bunun için de birçok seçeneğe ihtiyaç olacaktır. Beyninizin hayal ve sezgi gücünü barındıran "neo-korteks"inize güvenin ve bırakın biriktirsin sizin için seçenekleri donmadan, kaçmadan ve durmadan. Günü gelir elbet !...