Parçalar Birleşiyor mu ?...

John Spilsbury isimli bir haritacı 1760 senesinde, üzerine harita yapıştırdığı tahtasını, testere ile kesmeye başlamadan önce, istisnasız tüm insanların kullanacağı ve hem eğitim hem de bir eğlence aracına öncülük edecek bir buluşun eşiğinde durduğunu bilemezdi. Haritasında yer alan ülkelerin sınırları boyunca testeresini gezdirirken ve çıkan parçaları, Coğrafya eğitimi için kurgulamayı hayal ederken , bugün “puzzle” veya dilimizde “yap-boz” olarak bildiğimiz buluşundan büyük bir ihtimalle bir kuruş bile para kazanmamıştır. 

“Puzzle”’ların popülaritesi, yıllar boyunca, hiç azalmadan artarken, ve en etkili eğitim (ve hatta hobi) araçlarından birisi halini alırken, bir taraftan da onları kullanışlı kılan kimi sembolizma ve analojiyi de beraberlerinde beslemeyi ihmal etmediler. İstisnasız, küçük parçaların oluşturduğu her “bütün”e kurdukları köprü ile, “tümevarım” egzersizlerinin görseli haline geldiler. Testere ürünü olduklarından, onları diğer “bulmacalardan” ayıran “jigsaw” sıfatını da kazandılar.

Yaptığı her şeyi “bozmayı” sevenlerin coğrafyasında yaşıyor olmamız, ve bu coğrafi kodun DNA’mıza işlemiş olduğundan şüphe ediyor olmam, bu kelimenin dilimize neden “Yap-Boz” olarak girdiğini açıklamama yardımcı olabiliyor.

Bence, insanlık tarihinin bulmuş olduğu belki en etkili öğrenme aracı, daha kötü bir isimle Türkçeleştirilemezdi. Küçük bir çocuğa verilen, yaptığı güzel bir şeyi bozabileceği talimatı, bu ürünün ismi ile birlikte bilinçaltında işlenmeye başlıyor. Negatif talimatlı bir eğitim aracı günümüz pozitif psikolojisinin ve onun gelişim yöntemleri ile büyük bir tezat oluşturuyor.

Ancak doğal olarak amacım, bu tercüme problemine odaklanmak değil. “Puzzle” alegorisini kullanarak biraz daha derine yürümek istiyorum. İzninizle, kabullenmekte zorlandığım tercümesi yerine, orijinalinin “testeresiz” halini kullanarak sürdüreceğim yürüyüşümü.

Ama öncelikle “Puzzle” eğitim mekaniği üzerinde durmak ve puzzle’lar ile uğraşıyor olmanın kazanımları ile başlayacağım.

İlk başta; problemin kötü değil iyi bir şey olduğunu kabul etmek ile başlamanın faydasına inanıyorum. Genellikle herkes “problem” kelimesini negatif olarak algılar ve ne yazık ki çoğu insan problemlerin sunduğu imkanları görmezden gelir. Problemler; çözüm demektir, arayış demektir ve sonucu bulursan mutluluk ve başarı demektir. İnsanları ilerletenin her zaman çözümler olduğunu unutmamalıyız. Tüm buluşlar; bir problemin cevabı olarak ortaya çıkmamış mıdır ? Tekerleğin keşfi ile başlayan, elektriğe kadar gelen, bilgisayar, internet vb. her buluşa kadar ilerleyen insanlık, geçmişte de gelecekte de hep problemler ile başlıyor ilerleyişine. Bu nedenle, “problemin” kötü ününün nereden geldiğini anlamak mümkün değildir. “Burada problem istemiyoruz”,  ile başlayan tüm konuşmalar problemin bizzat kendisidir. Yaşamımızdaki problemler korkulacak şeyler değil, kucaklanması gereken ve “merak”’ımıza sunulmuş armağanlardır. İşte en temelinde “puzzle” bir problem çözme alışkanlığı sağlar.

Puzzle, bilinen bir cevabı olan bir çeşit problemdir. Bizlere problem çözmenin tüm süreci ile ilgili bir deneyim sunarlar. Hedefi oluşturmak, verileri analiz etmek ve kullanmak, sonuca ulaşmak ve hedef ile sağlamasını yapmak. Bu süreç içerisinde önümüze dizilmiş bulunan engelleri fark etmek ve mümkünse bertaraf ederek geçmek, sonuca yürürken ki en değerli kazanımdır. Bu kazanım bizi aynı puzzle ile uğraşırken geride bıraktıklarımızdan ayırır ve farklılaştırır.

Bu noktada, puzzle’ların temel karakteristiği olan “bir çırpıda çözülememe” özelliği dikkat çekmektedir. Eğer hızlıca çözülüyor ve çözümünde harcanacak enerjinin hakkı olan bir zorluk içerilmiyorsa puzzle oluşmamaktadır.

Bu öylesine bir zorluktur ki, uğraşanı “devam etmek” ile “pes etmek” arasında bir tercih yapmaya sürükler. İşte, bu zorluk eşiği, puzzle’ın ruhudur. (İngilizce “puzzled” kelimesi, o eşikte boğuşanlar için söylenegelmiştir.)

images-5.jpeg

Pes etmek, acemiler için en büyük can simididir. Dayandıkları “eşiği”, imkansızlık olarak tanımlayarak yenilginin üzerini çok güzel örterler. Bu “imkansızlık kehaneti”, o problem üzerinde harcayacakları zamanı bitirir ve sonuca ulaşma imkanını ortadan kaldırır. Aslında geride kalan, cevabı arayacak enerjinin, inancın ve kendine güvenin bitmiş olmasıdır. Puzzle’ın çözülmesi değildir imkansız olan; aceminin onu çözebilme becerisi ile puzzle’ın zorluk derecesi arasındaki farktır. İşte çocukluğumuzdan beri bu eğitim aracının bize vermeye çalıştığı bir diğer ders; imkansız olarak algılanana karşı olan mücadele gücüdür.

Puzzle, bu zorluk eşiğinde bizi çok temel bir duygumuz ile buluşturur; hayal kırıklığı ve hüsran. Bir puzzle başında bağıran-çağıran, saldırganlaşan, puzzle’ı dağıtan tüm davranışlar bu duyguların eseridir. Bu seviyede beynimiz artık sadece en basit komutlarına uyabilecek durumdadır (kaç ya da savaş), analiz ve problem çözebilecek seviyeler çok erişilmezdir. Bu noktada “hayal kırıklığımızı” gidermeden hiçbir ilerleme kaydedemeyiz. Bunun tek yolu ise, hayal-kırıklığına bizi götüren aşamayı bir başka yoldan ele almaktır. Yeni bir yol denenmelidir. Bir müzik dinlemek, kısa bir yürüyüş, bir okuma molası, bir çay veya kahve. Döndüğümüzde beynimiz, yeni bir yolu bize gösterecektir. İşte yeni bir ders; puzzle’lar bize öfke ve hayal kırıklıklarımız ile baş etme becerisini kazandırır.

En son olarak da belki de Puzzle’ların bize kazandırdığı son beceriye odaklanmak gerekir. Alışkanlıklardan kurtulmak ve farklı bir şeyler deneyebilmek. Alışkanlıklar çoğu kez bilinç altımız ile yönettiğimiz ve pek de düşünmediğimiz işlevlerdir. Puzzle çözmek bu bilinçaltı alışkanlıklarını keşfetmek ve yerine geliştirdiğimiz yenilerini koymaya yarayacaktır. Çünkü hiçbir alışkanlık puzzle da işe yaramayacaktır. El ve beyin işbirliği devrededir. Alışkanlıkları “yaratıcı” problem çözmenin düşmanı olarak tanımalıyız. Yaratıcılık, daha önce yapılmamışı denemek, yeni bir şey yapmaktır. Alışkanlık ise, hep aynı şeyi aynı şekilde yapmaktır. Eğer puzzle yaparken tıkanıyorsak, belli ki bir alışkanlığın değişme zamanıdır. Yaratıcı olmalı ve yeni bir şey denemeliyiz.

Ve nihayet çözüm ve başarı… Çaba ile mutluluğu buluşturmayı öğrendiğimiz an. Bir sonraki çabalamamızda aklımıza gelecek ve bizi çözüm aşamasına ittirecek olan duygu. Bu noktada artık puzzle’a başladığımız insan değiliz, bir zorluğu ve bir çok eksikliğimizi giderdik yol boyunca. Puzzle’ı çözme süresi uzadıkça ve zorluk seviyesi arttıkça bu başarı duygusunun şiddeti de doğal olarak artıyor olacaktır.

 

Şimdi sıra en gerçek problemimiz ile yüzleşmeye geldi… Bir masanın üzerinde çözmemiz gereken puzzle parçaları var. Üzerlerinde, Sağlık, Para, İş, Kariyer, Sosyal Yaşam, Kişisel Gelişim, Haz, Eğlence, Aşk, Hobi, Spor, Aile, Eğitim, vb bizi biz yapan küçük parçalar .. Hepsi bize uygun bir şekilde ve bizim için tek doğru çözümle bir araya getirildiğinde “kendimizi” bulacağımız parçalar. Kimisi küçük, kimisi büyük.. Kimisi köşeli, kimisi düz.. 

Bu gelişim aracına özellikle “yap-boz” demememin nedeni olarak, sadece “yap”’ılması ve korunması gereken. Yaşam bize bunları kasıtlı olarak dağınık ve parçalı olarak sunuyor. Çocukluğumuzdan beri işte tüm bu eğitim bu parçaları birleştirmek ve kendimizi bulmak için. Hayatımızdaki tüm önemli parçaları teker teker elimize almalı, girinti ve çıkıntılarının diğer hangi parçalara uyabileceğini, ve neleri tamamlayabileceğini keşfetmeliyiz.

Belki eksik parçalar keşfedeceğiz, bütünü bütünleşmekten alıkoyan.

Belki zorluk eşiğimiz ile tanışacak, vazgeçmek isteyeceğiz.

Belki alışkanlıklarımızı değiştirerek, yeni yollarımız olduğunu keşfedecek. Vazgeçmediğimizi unutmayacak, ve  belki sadece bunun için çok mutlu olacağız tamamlanınca. Belki gerçekten korkacağız bozulmasından.

Belki bazı parçaları yerleştirirken, çıldırasıya merak ediyor olacağız, “acaba ben kimin puzzle’ının bir parçasıyım bu hayatta?” diye. Ve sonra daha çok parça sığdırmaya çalışacağız bütüne..

Ya da puzzle bitecek ama en ortasında tüm diğer parçalar dokunan bir boşluk keşfedilecek, bütünü “eksik” yapan...

 

Eğer varsa öyle bir parça, haydi iş başına....