Çanlar benim için mi çalıyor ?..

1830 sonbaharı ve kışı Paris’te ne kadar soğuk geçmişti bilinmez. Ancak o, kendisini altı aylığına kapatmış olduğu evinde, bugün Paris’in simgelerinden birisi olan ve hakkındaki roman yayınlandıktan sonra akın akın ona ziyarete gelen Avrupalılar için restorasyonu yapılacak olan Notre Dame Katedralini meşhur edecek ilk kitabını yazmakla meşguldü. Üstelik de, yayıncısı ile yapmış olduğu anlaşmanın tamamlanmasına çok az kala, almış olduğu uyarı onu, o kış elbisesiz ve sokağa çıkamaz çıplaklıkta bırakmıştı.

Romanı zamanında teslim edebilmesinin tek çaresi olarak eve kapanma zorunluluğunu fark eden Hugo, büyük bir şal dışında ne kadar elbisesi varsa kilitlemiş, evinin dışına çıkabilme imkanı kalmadığı için de dikkati kaybolmamış ve çok kısa bir sürede eserini tamamlamıştı.

Oğlum Deniz küçükken o romanın çizgi filmini kaç defa izlediğimi hatırlamıyorum, Deniz’i Paris’e götürdüğümüzde omuzumdan inerek, Quazimodo’nun odasını ve “çanı” görmek için bir solukta kaç basamak tırmandığını da. Ama yukarıda, kulenin tepesinde, bize heykelleri, çanı ve zangocun evini anlatırken fark ediyordum ki, “Notre Dame’ın Kamburu”, Victor Hugo’nun o altı ay boyunca tüm çektiklerine değmişti.

Ama bizim için daha da önemli olan, bu kadar başarılı bir hikayeyi, yayınlandıktan 180 sene sonra altı yaşındaki bir çocuğa bile sevdirebilecek kadar yetenekli olan Victor Hugo’nun kendisine seçmiş olduğu yöntem.

Kısaca “Akrasia Etkisi"

Yazılarını takip etmekten büyük keyif aldığım James Clear’ın son makalesi bana sadece “Akrasia” etkisi ile tanımlanan, çok temel bir ötelemecilik (procrastination) özeti vermekle kalmadı, aynı zamanda, insanların yapmak istedikleri bir şeyi yaparken, onları zihinsel olarak neyin engellediği konusunda da yeni şeyler fark etmeme neden oldu.

İnsanoğlunun “yoldan çıkarıcılarını” açıklamaya çalışan bu etkinin ismini, Yunan Filozoflar Sokrates ve Aristo’dan aldığını bilince de, aslında insan davranışlarının iflah edilemez bir devamlılığa sahip olduğunu düşünmek ve biraz olsun rahatlamak da mümkün.

“Akrasia” kısaca, en doğru tercihin aksi yönünde  davranma durumu olarak açıklanıyor.

“Akrasia”, yapıyor olman gereken işten başka bir şeyle uğraşıyor, meşgul oluyor olma durumu.  Yani yapmaya odaklandığımız şeyden bizi uzak tutan bir nevi, ötelemecilik, istek azlığı ve kontrolsüzlük durumu.

James Clear, Akrasia’nın yaşamlarımızı yönetirken ve bizi ötelemeci tuzaklara sürüklerken “zaman tutarsızlığı”nın devreye giriyor olduğunu söylüyor. Tercih ettiği bu açıklama insan beyninin, vadesi uzak olanlar yerine yakın ve ani ödüllere eğimli olması olarak netlik kazanıyor.

Bir anlamda, plan yapmak ile karar almak konusunda beynimizin farklı alanlarının çalıştığını söylüyor. Yani Neo-korteksimiz karar alıp uzun vadeli hedefler için çalışırken, “yaramaz” limbik sistemimiz ve sürüngen beynimiz bambaşka heyecanlar ile dağılıveriyorlar. (İlgilenenler ve bu bir önceki cümlemi daha iyi anlamak veya hatırlamak isteyenler Şubat 2016 da yazdığım “Beyin Savaşımız” başlıklı yazıyı tekrar okuyabilirler). Victor Hugo’nun uzun vadeli, romanını tamamlamak gibi bir hedefi onun gelecek olgusu iken, gezmek veya 1930 senesinin Ağustos ayında doğan 5. çocuğu Adele’i dışarıda gezdirmek ve onunla vakit harcamak son derece anlık bir haz ve odak dağıtıcı olabiliyor.  O anda, uzun vadeli faydalara odaklanmanın bir imkanı olsa, eminim Victor Hugo denerdi, kendisini çıplak bir şekilde eve kapatmadan önce. 

Uzun vadeli bir planın bizi kucaklaması da işte böyle. O planın sonundaki hedefimizi hayal ediyor ve bize sağlayacağı, mutluluk ve hazlar üzerinden bir gelecek öngörüsü yapıyoruz. Beynimiz bu geleceğe ilişkin uzun vadeli faydaları algılamada oldukça başarılı olabiliyor. Ancak karar verme aşamalarında biz çoğunlukla uzun vadeli değil anlık kazançlar üzerinden düşünüyoruz. Çünkü tüm karar verme durumları “anda” yaşanıyor. Bu konudaki araştırmacıların bulguları da; insanların karar anlarında uzun vadeli faydalar yerine, kısa vadeli/anlık ödülleri dikkate alıyor. Ölçülebilir kolay kazançların peşinde “fırsatçılık” yapmaca yani…

Her şey bir tarafa , eğer Akrasia’yı yenmek istiyorsak, yapılabilecek şeyler var ki, onları en azından denemek gerekir.

Öncelikle, uzun vadeli planımızı yaparken, onun önüne çıkacak olan “yoldan çıkarıcılara” karşı tedbirleri de planlamak gerekiyor. İleride yapıyor olacağım iş için harcayacağım zamanı benden çalmak isteyen düşüncelere hazırlık yapmak ve amaca “bağlılık araçları” bulmak. Bunlar Victor Hugo’nun elbiselerini saklamasından daha yaratıcı ve insani olabilir. Eğer zamanınızın çalınmasını bir süreliğine engellemek istiyorsanız, o zaman ilginizi dağıtan “zaman çalıcıları” yok etmelisiniz. Çağımızın örnekleri, akıllı telefonunuzdaki oyun veya sosyal medya linklerini silmek, televizyonunuzun kumandasını saklamak olabilir. Ya da karar verdiğiniz bir diyeti bozmamak ve arada bir avuç kuruyemişe yenilmemek için, evinizde asla bulundurmamak gibi., Sınav haftalarında evdeki “Playstation”ın kilitlenmesi veya televizyona takılmamak için uzak gözlüğünün saklanması gibi. Bunların hepsi henüz plan aşamasında iken bizleri hedefimize bağlı kılacak önlemlerimizdir.

Bir diğer yöntem ise bir işe başlamanın önündeki oyalanmayı ortadan kaldırmaktır. Bir işin tam ortasındaki olmak, her zaman ötelemenin ortasında olmaktan iyidir ve daha acısızdır.  Bunun tek nedeni işin kendisini değil ona başlamanın zor olmasıdır.

Son olarak da, planınıza uygulama kolaylıkları, ölçülebilir ara hedefler ve bunlara bağlı ödüller yerleştirmektir ki, bu ara adımlar/ödüller ile size yol boyunca hedefe yaklaşma hissi ve nihai mutluluk ile ilgili aşılamaları yapılsın.

 

Victor Hugo, bana kalırsa Notre Dame’ın Kamburu’nu, bu kadar kolay ve sadece 6 yaşındaki bir çocuğu bile etkileyebilsin diye yazmamıştır. Bu eserin içinden daha gizemli bir şeyler bulup çıkartmamızı bekliyor olmalı.

Hugo, Sokrates ve Aristo’nun eserlerini okumamış, kendisini mutluluk hedeflerinden alıkoyan Akrasia’yı bilmiyor olabilir mi ? Onunla ilgili tüm bildiği sırları romanın içerisine yerleştirmiş olmalı ki, evinde kapalı kaldığı o 6 çıplak ay daha özel bir anlam kazanabilsin.

İşte benim de peşinde olduğum da sanki bu.

Kitabı okuyup, oğlumla çizgi filmleri defalarca seyredip, hatta müzikaline de defalarca gitmiş birisi olarak aradığım cevabı, romanın karakterleri içerisinde bulur gibiyim, Victor Hugo’nun vermiş olduğu Akrasia dersi ile.

Sizi konuya düşürmeden önce alttaki videoda “Belle”i bir kez daha dinleyip hazırlanmanızı istiyorum.

Quasimodo (Notre Dame’ın kamburu), Frollo (Notre Dame’ın Rahibi) ve Phoebus (Parisli Subay) … Üç benzemez karakter aynı güzelin peşindeler ..Esmeralda…

 

Victor Hugo eğer 1948lerde Toplumsal Eşitsizliklere olan isyanı nedeniyle sürgüne gönderiliyorsa ve 1848 devrimine fikirsel katkı yapanların başında geliyorsa, pekala 1830daki romanını da daha yüksek bir mesaja dayandırmış olabilir. Evindeki o soğuk 6 ay içerisinde, bizlere günümüzün Akrasia’sını anlatmak ve hangi çağda okursak okuyalım, hatırlatmak için enteresan bir yol bulmuş olmalı, bir algı serbestliği içerisinde, “üç benzemez” ama özenle seçilmiş karakterleri ile.

Ben günümüz Türkiye’sinin Akrasia’sını yani bizi en iyi tercihimizden uzak tutan  kandırmacaları aldım önce avucuma, sonra bir daha baktım romanın kahramanı din adamına, askere, kambura ve en sonunda da güzele.  Hugo’nun mesajı kendiliğinden çözüldü benim için… Dilerim sizler de çözersiniz...

Hugo’nun size özel ilettiği mesajı bulmayı ve Akrasia’nın denklemini çözmeyi sizlere bırakıyorum.

Hayatta hangi rolü seçerseniz seçin, hangisinden kaçarsanız kaçın ama yaşamınızı bir insan gibi ve barış içerisinde sürdürme hayalinizden alıkonmayı reddedin. Neyse önlemi, vakit varken alın… Yaşam ile ilgili planlarınızı yaparken, ona “bağlılık araçlarınızı” özenle yerleştirmeyi unutmayın.

Arkanıza yaslanıp, birkaç dakikalığına düşünün bu “çanları kim, kimin için çalıyor ? ” diye... 

Düşünün "bu çanlar hangi insani özlem ve hedefiniz ile aranıza giriyor?" diye

Sonra da dudaklarınızda hafif bir gülümseme ile, "beni yolumdan ayıramayacaksın !... " deyin...