Dibi bulduk mu dersin ?...

Bir tek bana mı oluyor ? Bilmiyorum...

Benzer durumlarda aynı davranışı sergileyen varsa beni daha iyi anlayacak, bu yazdıklarımı hatırlayacaktır.

Günler, denizin kabaran dalgaları gibi üst üste ve hiç ara vermeden, tüm ağırlığı ve kütlesi ile insanın üstüne gelmeye başladığında, hele bir de içinde bakışlarını kaçırmak isteyeceğin kadar acı ve hüzün ile beraberse,  sığınacak bir yer bulmak ve bir başka dünyaya balıklama atlamak hissi sarıveriyor insanı.

Hani öyle bir dünya ki içine saklanıp, yaşama ve tüm içinde olan bitene uzaktan bakabilmek, gerçek ile hayalin yer değiştirebilmesini sağlayabilmek mümkün olsun.

Eminim herkesin buna benzer limanları vardır sığınacak. Kapkaranlıktan bir-kaç saatliğine bile olsa kurtarıp çekecek bir liman. İçinde sakince fırtınanın geçmesini bekleyebileceğin bir liman.

Ben birkaç senedir, sığınmak isteğim kabardığında onun kitaplarını okuyorum. Masal ile gerçeği birbirine o kadar büyük bir ustalıkla köprülüyor ki,  bana tam istediğim limanı yaratıyor, Haruki Murakami...

Yaşama içindeyken soramayacağın soruları sormak, o soruları bulmak ve cevaplarını düşünmek için büyük bir ortam onun kitapları. Hangi birisini bitirsem, elimden bırakmaya korkuyorum tekrar yaşama döneceğim için.

İşte kanlı başlayan 2017 Ocak ayına da, onun bir diğer kitabına sığınarak başlama nedenim de aynen bu idi.

Murakami’nin bu çağrısı aslında benim için, birkaç yıl önce Zemberek Kuşunun Güncesi isimli kitabı ile başladı. Kitabın içinde hayat bulan bir “kuyu” ve “derinlik” metaforu, aranan veya özlenen limanı simgeliyordu, sığınmak isteyenler için. Onunla tanıştım.

Kitabında Murakami, hayal ile gerçek arasındaki geçişi kurgulamak için sembolik bir kuyu yaratıyor ve hayatı sorgulamayı denemek için kahramanını onun içerisine hapsediyor. Sonrasında da bu kaçılamaz ve uzaklaşılamaz bir bağımlılık haline dönüşüyor.

Orada, yani "Kuyu Metaforu"’nun derinliklerinde, en yalın hali ile bir “paralel evren” sembolize ediliyor olmalı, sınırında gerçeğin bitip hayalin başladığı. Öyle bir geçiş ki, gerçekten kaçıyor ve sığınıyorsun hayallerine.

O kuyunun merdiveni yok, çekilmiş yukarıya... Sen kuyunun hem tutsağısın ve hem de misafiri. Her yer karanlık ve sen sadece yukarıya baktığın zaman, ki o da sadece gündüzleri, masmavi gökyüzünü görüyorsun. Dünyanın tüm çirkinliklerine gözlerin kapanıyor, aklına sadece iyi şeyler gelebilir oluyor. (Bunun bir sığınma mı yoksa bir kovulmamı olduğunu günlerce tartışabilir, Murakami okurları. Ben bu konunun o derinliğine inmemeye ve onu henüz okumamış olanlara sıkıcı gelebilecek alanlar açmamaya özen göstereceğim. )

Gerçeklerden kaçma ve bu metaforda olduğu gibi ulaşılamaz, girilemez bir yere insanın kendisini kapatma ihtiyacını anlamaya çalışarak okumuştum “Zemberek Kuşunun Güncesi” ni. Murakami’nin sihirli kurgusu içerisinde gerçek ile hayalin sınırını aslında bizlerin kendi kendimize çizmeye olan özlemimizi fark ederken.

İşte gerçek tüm ağırlığı ve acımasızlığı ile karşımıza dikildiği zaman, ve biz elimizdeki beceri setlerinin yetersizliği ile tanıştığımız zaman, bir kuyunun dibinde hayal kurarak kendimizi şarj etme ihtiyacını duyuyor olmalıyız. Bir başka deyişle, normal yaşam içerisinde soramayacağımız soruları, kutunun dışına çıkıp uzaktan sormaya çalışmak arzusu duyuyor olmalıyız.

İnebildiğin kadar derine inip, oturmak o kuyuda ve acımasızca sormak sorularımızı, yaşam dediğimiz kurgunun iki yüzlü tuhaflıklarına.  

Gerçek, hiçbir zaman o kuyunun dibindeki kadar uzak, o kadar soğuk olmayacak ve sen o kadar yalnız kalmayacaksın, onunla baş etmek için. Tek enerjini, başını kaldırdığında göreceğin mavi gökyüzünden alacaksın. Hayallerinin arasında kendine yeni bir şeyler bulacak, sarılacak  ve tekrar “gerçek”e döneceğin zaman yanında götüreceksin onu. Bir tuhaf diyalektik... Gerçeğin acımasız tezlerine, kuyunun dibinde keşfedilecek antitezler, ve cebinde bir sentez ile tekrar geri dönmek. Ta ki, bir sonraki inişe kadar.

İnsan kendisi ile ilgili tüm yaratıcılığına , en yalın haline dönebildiği zaman ve sınırlarının dışına çıkabildiği zaman kavuşabiliyor. Bir anlamda "yaratıcılık", konfor alanının dışında, konfor alanına karşı düşünebilme yeteneği olmak zorunda kalıyor. Yaratıcı olabilmek ve ümitlenebilmek, bazı soruları hiç sorulmadığı şekli ile sorabilmek ve mevcut sınırların ötesinde davranabilmeyi gerektiriyor.

Karşımıza dikilen sorunları mevcut bilgi ve cevaplarımız ile görmeye çalışmak,  problemleri hep aynı bilgilerle ve “bilebildiğimiz kadarıyla” kandırmacasıyla çözmeye çalışmak yapabileceğimiz olası keşiflerin kapılarını açmamıza en büyük engel. Önyargılarımız ister istemez, öğrendiklerimizin miktarı ile birlikte çoğalır dururlar ve bizim tüm paradigmamızın içini tıka basa doldururlar, hatta istila ederler.  Önyargısız bir ortam yaratamadığımız sürece, yeni şeyler düşünebilmek neredeyse imkansız olacaktır.

Hayatlarımızın büyük bir bölümünü, rahat ortamlarda toprağın üzerinde geçiriyoruz. Bu rahatlık ve onun yarattığı “gerçekler”, bizi rahatsız edinceye kadar da, kaçma ve değişiklik yapma ihtiyacı duyacağımız yok. Çünkü o gerçek dünyada çok rahatız. O gerçeklik, kendisini değiştirmeyi denemeyelim diye bizi rahat ettirmeye çalışıyor.

Şimdi lütfen, kendinize bir sembolik kuyu inşa edin, içine oturduğunuz zaman sadece gökyüzünü görebileceğiniz. İnebileceğiniz derinlik herkes için farklı olacaktır, bu nedenle yalnızlık ve tek başınalık esastır. Bu kuyunun dibinde ve ışıktan ne kadar uzaktaysan, ya da ışık senden ne kadar uzaktaysa, gözlerini açacak olan ve keşfedeceğin “yeni” ye ulaşabilmen o kadar mümkün olacaktır. Karanlık ve derinlik ürkütmesin ... Derinde ve ışıktan çok uzakta olma avantajının en değerli olduğu yer burası.  Ne kadar derinde isen , çıkışın da o kadar kolay ve güçlü olacaktır. Yeter ki göremediklerini gör, duyamadıklarını duy, düşünemediklerini düşün, hissedemediklerini hisset ve öyle çıkmaya çalış...

Oturup rahat rahat düşün, ben “bana gerçek diye yutturulan kandırmaca”nın neresini değiştirebilirim diye. Kimse karışmasın,  bulana kadar otur… Doğru cevabı senin yerine kimse bulup da vermeyecek… Durduğun sürece ve yeni hayaller üretmediğin sürece, hep başkalarının hayallerinde rol alacaksın. Kendi yaşamın ve hayatınla ilgili yeni bir şey yapmazsan kimse yapmayacak. Senin için kimse kafa yormayacak, hayal kurmayacak. 

Bil ki, kuyunun hakkını verirsen, bir süre sonra yeni bulacağın cevaplar ile içini bir heyecan kaplayacak, kalbinin ısındığını farkedeceksin… En karanlık korkuların, en samimi arkadaşın olacak..

Kuyu sana hoşgeldin diyecek….