Platon'dan Neo'ya...

Elleri ve ayakları zincirle bağlı kapkaranlık bir mağarada oturuyorlardı, sırtları mağaranın girişine dönük. Hayal güçleri, arkalarında görmedikleri bir ateşten süzülen ışığın, önündeki şekiller ile yarattığı gölge oyunlarından ibaretti. Yaşam onlar için alacakaranlık bir oyundu, karşılarındaki duvarda dans eden, mağaranın karanlığında hayal meyal hissedilen. Yaşamın bu görüntüden ibaret olduğunu düşündükleri için olsa gerek, ne zincirleri, ne hareketsizlikleri, ne de karanlık, onlara tutsak olduklarını hissettirmiyor.

Ta ki bir gün, içlerinden bir tanesi zincirleri çözülerek serbest bırakılıncaya kadar….

Evet, Atina’lılara “Eğitimin Ne olduğunu?” anlatmaya çalışan Platon’nun, yüzlerce sayfalık Devlet (Plato’s Republic) diyaloğunun, 7. Bölümündeyiz. Platon'un Mağara Alegorisi ile….

Bugün yaşadıklarımıza 2400 sene öncesinden ışık tutan bir Alegori. En acımasız saptamalarıyla. Felsefi açıdan yaşamı sorgulayan, belki de kendisinden 20-30 yıl önce Atina’lıların katlettiği Sokrates’i, onun felsefesini anmak ve yaşatmak üzere takipçisi olan Platon'un kurguladığı alegori.

Bu alegorinin en can alıcı bölümü, serbest bırakılan ve dışarıya çıkmaya zorlanan esirin, yaşamak durumunda kaldığı “karmaşa”. O zamana kadar gerçek olduğunu düşündüğü şeyin (duvardaki şekiller), yani içinde yaşadığı illüzyonun dışı ile tanışması. Işığı ilk gören ve kamaşan gözleri ile şaşkınlığını yendikten sonra onun için değişen “gerçek” kavramı. Bu “yeni” ve “tek” gerçeği anlatmak için tekrar mağaradaki arkadaşlarının yanına inmesi ile başlayan "kargaşa".

Platon’un veya bilinen diğer adı ile Eflatun’un, bu bilgi, aydınlanma ve gerçeklik öğretisi, felsefe tarihinin en kayda değer alegorilerinden birisi olması ve başlangıçta sadece Atina’yı etkilemesi düşünülürken, günümüze kadar yansıyan etki alanı ile değerli ve kalıcı benzetme olmuştur. Tutsak, mağara duvarında kendisi için oluşturulan gölgeye bakarak, tüm gerçeğin o yansımalardan ibaret olduğunu sanmaktadır. Ancak zincirin çözdüğü andan itibaren önce arkasındaki ateşi, sonra da mağaranın dışındaki güneşi görerek “gerçeği” doğrudan deneyimlemiş ve kucaklamış olacaktır.

Bu alegoriye dört temel saptamayı yaparak, belki de bugüne kadar geçerliliğini ulaştırmaya yardımcı olabiliriz.

  • Mağarayı; tutsağın içinde bulunduğu illüzyon (paradigma) olarak,
  • Mağarada  zincirlenmiş insanı; illüzyonu kabul etmek zorunda olan/bırakılan aydınlanmamış kişi olarak,
  • Zinciri; bireyi sınırlayan kalıplar, inançlar, kurallar, öğrenilmiş çaresizlikler olarak.
  • Gölgeleri ise; dayatılan illüzyon ve onun benimsenmek zorunda olunan ve sorgulanamayan doğruları olarak simgeleştirdiğimizde, bu alegorinin bugün de yaşıyor olduğunu söyleyebiliyoruz.

Karanlıkta oturan ve sadece önlerine bakan insanlar, arkalarında bir ışık kaynağından beslenen gölgelerin oyunu, kendisinin gerçek olduğunu düşündüren ve izlenenleri bir süreliğine kendi içine çeken bir illüzyon. Evet şimdi size sinemadan bahsediyorum, tohumları 2400 sene önce Plato tarafından atılmış olan. Arada hiç kuşku yok ki, bizim coğrafyamız, Hacivat ve Karagöz deneyimlerini de sinema öncesinde benzer bir olgunlukta işlemiştir. (Aslında aynı coğrafyayı paylaşmış olduğumuz Antik Yunan’ın “Karagiozis”’i ile farklı coğrafyalarda gelişen “Wayang Kulit”  (Endonezya), “Pi Ying Xi” (Çin) de aynı tür gölgeleri oyun olarak kullanmışlardır.

Ama benim asıl amacım, Platon'un başlangıcını yaptığı illüzyon oyununu ile buluştuğumuz sinema da Wachowski kardeşlerin efsanevi eseri ile sizleri kucaklaştırabilmek.

images-3.jpg

En yalın haliyle Plato’nun Mağara alegorisi, bir illüzyon içerisine hapsedilmişliği ve o ilüzyonun bir gerçek gibi belletilip kurgulandığı bir düzeni anlatıyor ise , o tarihten bu yana felsefesi çok yapılan bu konu bence en çok da Wachowski kardeşler tarafından daha kolay anlatılabilir hale getiriliyor. 1999 senesinde çektikleri “The Matrix” filmi, yani Platon'un Mağara Alegorisi’nin karmaşık ve modern bir adaptasyonu ile.

Filmi hiç kuşku yok ki, herkes izlemiş ve bıraktığı izler nedeniyle de epey tartışmıştır. Bir dönem her arkadaş toplantısının başlıca konusu bu filmi enine boyuna yorumlama ve tartışmaktı.

Morpheus’un , “Gerçek nedir ?” diye sorduğu soru ile başlıyordu seçilmiş Neo’nun aydınlanması, cevabını “Gerçek, senin beynin tarafından çözümlenen elektrik sinyalleridir”  diye verdiği an.

Bu film Platon'un alegorisini en başarlı bir şekilde adapte edebilmeyi başarırken, neredeyse tüm eski filozofların da “görünenin ardındaki gerçek” yorumlarını harmanlayabiliyordu. Üstüne üstlük, kendisini ellerinden zincirlenmiş olarak medya, televizyon, sinema yardımı ile sanal bir gerçeklik illüzyonunu seyretmeye ve onun içinde yaşamaya zorlanmış olma rahatsızlığına da tercüman oluyordu.

Mağaradaki tutsaklar gibi, Neo da büyük makinaların enerji ihtiyacını karşılamak için bir kapsül içerisine yerleştirilmiş ve vücut ısısını hasat ettiriyordu.  Mağaradakiler de, Neo da tutsak olduklarının farkına varmalarını sağlayan bir sanal gerçeklik yaşıyorlardır. 

Martiks’I anlatırken Morpheus, “Sen bir tutsaksın Neo. Herkes gibi esarete doğdun, ve zindan içerisinde koku alamaz, tadalamaz ve dokunamazsın. Aklının zindanındasın” diyordu. Bütün sınırlamaları ve engelleri beyni içine hapsederek.

Platon'un Mağarası ile Matrix ‘in en büyük ortak noktası, insanın “bilgi” ve “gerçek”’e olan “sınırlılığı” idi. Bu sınırın ve daha çok bilgiye ulaşabilme ve illüzyonun dışına hareketlenebilmenin ne kadar zor olduğu ve bunu engellemek için aklımızın bize ne kadar çok oyun oynadığı idi.

Film; bu algı ve bilgi sınırlarının ötesini, Neo’nun gelişen yeteneklerinde buluşturmakta. Havada durdurulan mermiler, ve Matrix’I yönetebilmeyi ve esnetebilmeye başaran Neo nun imkansızlar karşısındaki başarısı ile. Mağaranın (Matrix) dışındaki Işık (Bilgelik). 

Ne yazık ki, bir temel çelişki de bu arada kendiliğinden belirginleşiyor ki; o da mağaraya geri dönen kahramanın anlattıkları gerçeğin, diğer esirler tarafından kabul edilmemesi. Gerçeği kabullenemeyen tutsaklık ve tutsaklığı sürdürme konusundaki ısrar ile güçlenen ironi.

Martix, izleyenlerini, bir-iki temel soruyu sorma konusunda cesaretlendiriyordu;

·      Davranışlarımı sınırlandıran gerçek engellerim nelerdir ?

·      Bu engeller üzerinde ne kadar kontrolüm var veya herhangi bir kontrolüm var mı ?

ve en güzel soru,

·      Eğer bir kontrolüm olsa idi ne yapmak isterdim ?

İşte bu en son soru, en keyiflisi. Çünkü bu sorunun cevabını ararken kendimizi alışılmış veya öğrenilmiş çaresizliklerimizin ötesinde buluyor, fiziksel sınırlarımızı aşabileceğimizi hissetmeye, yaşamaya başlıyoruz. Bir tek sorunun ne kadar çok işe yarayacağını engüzel anlatan cevapları bulmaya başlıyoruz.

Belki de filmin içerisinde ki tercih noktasına da aynı heyecan ile yaklaşıyoruz. Mavi ve Kırmızı haplardan birisine eğilim göstererek, Morpheus’un teklifinde.

“Bu senin son şansın. Bu noktadan sonra artık geriye dönüş yok. Mavi hapı alırsan, hikaye burada biter, yatağında uyanır, sonrasında neye inanmak istersen ona inanırsın. Kırmızı hapı alırsan, Harikalar Diyarı’nda kalırsın, ve ben de sana tavşan deliğinin ne kadar derine gittiğini gösteririm. Unutma, sana sadece hakikate ulaşmanı teklif ediyorum – başka bir şeyi değil.”

Gerek Platon'un ve gerekse Matrix’in vardığı ve buluştuğu özet avaz avaz susuyor:

Yaşatıldığımız ve yaşamak zorunda bırakıldığımız yaşamımız, bizim için mümkün olanların tamamı değildir, bizim için uygun görülenlerin tamamıdır. Eğer kendimizi bu göremediğimiz bağlarımızdan kurtarabilirsek, işte o zaman yaşam ”yalın” gerçeğine kavuşabilme şansını yakalayacaktır".

Belki de mağara dışına aramızdan birisini yollamanın, içinde bulunduğumuz illüzyonun (paradigmanın) bize dayattığı  “öğrenilmiş çaresizliği” yıkacak ve bozacak, yaşama daha yalın bir gerçek ile bakmamızı sağlayacak bilgi ve gözlerle geri gelmesinin zamanı gelmiştir.

“Nice 23 Nisan’lara, mağaranın içinde veya dışında…..”