Bernoulli ile denizlere açılmak

Öyle bir baba düşünün ki, oğlunun yaptığı buluşları kıskanıp, kendi buluşu imiş gibi yayınlasın; ve öyle bir evlat düşünün ki, buna sinirlenip, hırslanıp bugün hepimizin en keyifli olduğu ve en özlemle beklediği anların taşıyıcısı olacak buluşların yolunu açsın.

Büyük bir ihtimalle, eğer o bulmamış olsa “akışkanlar dinamiği” bir şekilde bulunacak, ama o en kıymetli eşitliği, bizler “Bernoulli” prensibi olarak değil bir başkasının ismi ile anıyor ve dualarımızı ona gönderiyor olacaktık.

“Bu uçak nasıl uçuyor?” veya “bu yelkenli rüzgara karşı nasıl gidiyor ?”, “spreyler nasıl çalışıyor?”, “Formula-1 arabaları virajlarda neden savrulmuyor?”, Arabamın karbüratöründeki hava ve yakıt karışımı nasıl ayarlanıyor” gibi daha onlarca soru bulmak mümkün. Ama hepsinin cevabı, 1700 lerin başında neredeyse 3 kuşak matematikçi olan bir ailenin, yaramaz ve haylazlıkla suçlanan çocuğu Daniel Bernoulli (1700 - 1782) doğduğunda verilmeye başlanıyor.

Bulmuş olduğu prensip temel olarak bir akışkanın (fizikte, hem sıvı ve hem de gazların ortak ismi)  hızı ile basıncının arasındaki ilişkiyi temel almaktadır. Dolayısı ile hem hidrodinamiğin hem de areodinamiğin konularına sadece etki etmemiştir, bizzat oluşturmuştur.

Okuyacak olanları çok fazla sıkacak detaylara girmemeye çalışarak bu konuyu anlatmaya çalışıyor olmanın zorluğu,  ama bir o kadar da , bu prensibin neden olduğu mutlulukların heyecanı içerisinde ben konuyu sadece “yelkenli” tekne özeline indirerek yazacağım. (Uçak, Sprey, Formula-1 ve Karbüratör konularını okuyanların merakına teslim ediyorum)

Her ne kadar Eski Mısırda yelken ile yapılan seyirlerin geçmişi milattan önceki tarihlere gidiyorsa da, kare yelkenlerin çalışma prensibi rüzgarı arkadan alarak onun itici gücünü kullanmak üzerine kurgulu idi. Bu yöntem ile gidilecek yön için uygun rüzgarın beklenmesi (Atlantik geçişi için ticaret rüzgarları adı verilen Doğudan Batıya esen rüzgar gibi) söz konusu olduğundan yelkeni kullanan için, içinde hiçbir “özgürlük” barındırmıyordu. Çünkü sen rüzgarı değil, rüzgar seni seçiyor idi.

Bernoulli’nin babasından intikam alırken bulduğu ve kendi adı ile anılan prensip ise, hız ile basınç arasında keşfettiği ters orantının kazanımını yelkene uyarlayarak yelkenlinin, rüzgarın geliş istikametine doğru,  30-45 derecelik bir sapma ile de olsa , gidebilmesinin yolunu açmaktadır.

Rüzgara karşı gidilebilme konusunu kısa da olsa biraz detaylandırmam gerekiyor. 45 derece ile gelen bir rüzgarı ve yapısı gereği biraz çukuru bulunan (buna yelkende tor ismi verilir) yelken ile ilişkisini düşünün.  Yelkenin iki yanına dağılan rüzgar, birbirinden bağımsız iki ayrı yolculuk yapmaktadır tekrar buluşana ve yelkeni terk edene kadar. Yelkenin rüzgar altından (şekildeki durumda üstünden) dolaşan hava, daha uzun bir yol kat ederek ayrıldığı parçasına yelkenin bitişinde yetişmek için gayret sarfetmektedir. Oluşan boşluğu hızı ile doldurmak için hızlanmakta, ve bu yüksek hıza bağlı olarak düşük bir basınç alanı yaratmaktadır. Alt taraftan geçen hava akımı ise üsttekine göre daha düşük bir hız ile giderek doğal olarak daha yüksek bir basınç ortamı yaratmaktadır. Böylece yelkenin iki tarafında birbirinden ayrı iki basınç sistemi oluşmakta ve yüksek olan basınç sistemi düşük olana doğru hareketlenerek, yelken üzerinde rüzgara dik bir kuvvet oluşturmaktadır.

İşte tam bu noktada teknenin salmasının üzerinde çalışan Newton’un kuvvet kanunları ile yelken üzerinde çalışan Bernoulli’nin prensibi el sıkışmakta ve teknenin ilerlemesine hiçbir katkısı olmayan ve sadece onun yana yatıran/direnen kuvvet vektörlerini karşılıklı olarak yok etmekte ve sadece tekne istikametine yönelik kuvvet bileşeni bırakmaktadırlar. İşte böylece yelkenimiz kendisine neredeyse (45 derece) karşıdan gelen bir rüzgara doğru yönelmektedir.

 

Yelken ve yelkenciliğin en keyifli yanı hiç kuşkusuz, rüzgar yön değiştirdikçe, veya rüzgar aynı  kalıp sen değiştikçe, Bernoulli, Newton, Arşimed’in emin ellerinde ve fiziğin, matematiğin kontrolünde salınmak ve sürekli olarak size biraz daha hızlandıracak olan formül için denemeler yapmaktır.

 

Ancak herşeyin ötesinde, sunduğu tüm güzelliklerin dışında bir başka özelliği var yelken deneyiminin; kokusu, rüzgarı, özgürlük duyguları bir tarafa. İnsanı, bence çok fazla ihtiyaç duyduğu bir “haddini hatırlama” eylemi içerisinde, hizaya sokmak üzerine.

-       Temelde “yelken”;  deniz, rüzgar ve tekne olarak görünebilir. Bir çoğumuz için de alışılmış gündelik “çevre” değildir. Bir çoğumuz çözemediğimiz ama o çok basit ve doğal mantığı peşinde ilgi duyarız ona. Belki sadece bu yüzden çocuklar daha iyi yelkenci olurlar, duygularına dayanmayı ve güvenmeyi , büyüklere oranla daha kolay becerebildikleri, ve kendilerine daha çok yakıştırabildikleri için. Bizler onların durumuna geçebilmek, biraz çocuklaşabilmek için denizde ve yelkende birkaç gün geçirmeye ihtiyaç duyarız ki; doğanın gücünü, bizim için baskın olan insan, çevre, cemiyet, ekonomi vs güçlerinin önüne yerleştirebilelim ve “doğal” laşabilelim diye.

-       Denizde hiçbir hileye, dolaba, tezgaha, dalavereye, çalmaya, çırpmaya, kaytarmaya, çelmeye, yalana, riyakarlığa, yer yoktur. Bu yüzden karasal yaşamın dışında ve fersah fersah uzağındadır. Denizde yaptığın her hareket, üç aşağı beş yukarı, aynı sonucu üretir ve aynı “tepki” yi “etki” ler. Orada, geçmişinden, eğitiminden, etiketlerinden, ünvanlarından, mevki ve zenginliklerinden soyunursun. Kendin ile çok yalın bir şekilde yüzleşirsin. Birçoğu çok hoşuna giden, birçoğu da seni rahatsız eden sivriliklerin batmaya başlar gözüne gözüne.

-       Ne yazık ki, bazı denizciler vardır, “oraya” hükmedebileceğini ve “karasal” benlerin oraya taşıyabileceklerini düşünen. Kendilerini ve çevresindekileritehlikeye atanlardır onlar. Çünkü; ne kadar cesur olursan ol, ne kadar denizi bilirsen bil, eğer onun parametrelerine, kuvvetlerine ve güçlerine biat etmezsen,  karşısında kumsaldaki bir kum tanesi bile olmadığın sana hızlıca hatırlatılacaktır.

-       Denizdeki tecrübenin özetinde; insan için, yönetmeye alıştığı ve bağışıklık kazandığını düşünerek kendisini “galibi” sandığı doğaya karşı mücadelesinde “mağlubiyeti” peşinen kabullenmek gerçeği yatar. Denizde tek hakimin, doğa olduğunu kabullenmek, varolabilmek için ilk ve tek şarttır. Orada herşey senin dışına oluşur, bir damlasına bile müdahale edemezsin. Ne olacaksa olur, sen ona uyarsın o sana değil.

Bu kabullenme ile başlar yelken, ve onunla biter. Ancak o zaman rüzgar ve denizin parçası olabilir ve keyif alabilirsin. Sana yaptığı çağrılarda hep bu nedenle güçlüdür. “Zerre”sini çağıran “bütün” gibi.

Bunları bir gece seyir nöbetinde, Portekiz açıklarında ilk kez düşünmüştüm. Sadece rüzgar, dalga ve göz alabildiğine Atlantik ile çepeçevre sarılmışken. “Ne kadar çok su ?” dedirten o sınırsız gücün koynunda, bir fındık kabuğu iken. Karanın hakimi olabilen insan türü için deniz çok “ baş edilemez”, çok “güçlü” ve itaatsizler için çok “acımasız”.  Ne Bernoulli dinler, ne Newton ne de Arşimed eğer, gücüne saygı duymazsan. Yelkenli bir damla bile değildir onun karşısında. Karadaki delikanlılık ona sökmez.

İşte bu nedenle, dünyamızın kıymetini daha iyi bilip, onu yok etmeye çalışan virüsü gibi davranmayı kesip “kara”da, arasıra kaçıp, insanlık ve itaat aşısı yaptırmak için en uygun yer. Doğaya karşı rolümüzü hatırlayıp daha uysal ve saygılı dönebilmek için “kara” ya. 

Aklıma gelen en iyi tavsiye de bu. “Bir yelken olun ve size karşıdan gelen rüzgarınıza doğru atılın”. Arkadan gelen ile yol almak kolay. Beceri, karşıdan gelen rüzgar ile baş edebilmek ve onu yönetebilmektir. İşte Bernoulli’nin bize sağladığı da bu.. Ne kadar imkansız ve ne kadar çaresiz de olsan, azdığında karşısında bir damla kadar bile kalsan, o en küçük vektörel gücünle yine de ileriyi ve onun üzerine gitmeyi düşüneceksin. Yeter ki iste ileriye gitmeyi, illa ki bulursun bir yolunu…

Ancak, söylemeden geçemeyeceğim. Yelken yapmanın en lezzetli bölümünü bizlere Kimya bilimi getirmektedir. Dalgaları aşarken teknenin üzerinden aşan serpintilerin yüzümüze sürdüğü tuz ve ortamın iyot kokusu. Hiçbir yer ve koşulda özlenebilmesinin mümkün olmadığı bir kimyasal. Ama o koku öyle bir simge ve metafor oluşturmuştur ki yelkene, bazen yemeğe tuz serperken getirir aklına kendisini, bazen de marketin baharat bölümünde. Eskiler derler “iyot kokusunu bir kere aldın mı, artık iflah olmazsın” diye.

Her fırsatta bu koku yayılır masmavi gökyüzünden inerek benliğine. Sana durmadan bir çağrılar yollar, ciğerlerine tuz, yosun, balık ve rüzgar kokusunu basarak. Yaşamak için yaşamak gibidir iyot kokusunu özlemek ve yüzünde bitmeyen bir gülümseme.

Senenin ilk iyot kokusu burnumuza geldi. Bugün Denizler tanrısı Poseidon ve Rüzgar tanrısı Hermes ile buluşmaya gidiyorum, yelken arkadaşlarım Bernoulli, Newton ve Arşimet ile birlikte, beynimde Sabahattin Ali’nin çınlayan “Rüzgar” şiiri ile…

Kolayından rüzgarlara, neta pruvalara…