Sopanın yönetimdeki yeri...

Yöneticilik ve liderlik ile ilgili ilk derslerimi, 16-18 yaşlarında iken Cumartesi sabahları saat 10:30 da başlayan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserlerini izlerken almışım meğer.

Neredeyse 200 yıl önce, II.Mahmut devrinde kurulmuş olan ilk Batılı kurumlardan biri olan Mızıka-ı Hümayun’un, Atatürk’ün isteği ile Ankara’ya taşınması sonrasında 1932’de Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası adı altında başlatmış olduğu konser geleneği hem Ankara’nın ve hem de Cumhuriyetimizin en köklü sembollerinden biri gibidir.

Babamın protokol davetiyeleri, kardeşim ile aramızda her hafta bir tartışma konusu olur ve tartışmanın kazananı o haftaki konseri ikinci sıradan izleme şansını yakalardı.

O günlerin Ankara’sı bu konserleri, ağzına kadar dolu olan salonda, hakkını sonuna kadar vererek tüketir, genç yaşlı bütün meraklılarına yaklaşık iki saatlik bir meditasyon ortamı sunardı.

Orkestranın Türk şefleri Hikmet Şimşek, Gürer Aykal ve Rengim Gökmen’in üçünün de yönetimlerini işte tam bu dönemde gözlemleme ve kıyaslama imkanı bulmuştum; salonun ikinci sırasında, şefe birkaç metre mesafede ve o yaşların muzurluğu ve merakı içerisinde.

Salona yayılan muhteşem ahengi tam çözümleyecek bir müzik kulağımın olmaması, benim genç ilgimi her seferinde döndürüp dolaştırıp “şef”e ve onun performansına kilitlerdi. Üstelik de, sadece önündeki notalara bakan bir grup müzisyenin karşısında salınan şefin, “ne işe yaradığını” anlamakta zorlandığım yetmezmiş gibi, bir de, kimsenin ciddiye almadığı bu rolü oynarken elinde bir aksesuar gibi taşıdığı “sopa” ya olmadık görevler biçer dururdum.

O gün bu gündür, ne zaman çalışanları tarafından ciddiye alınmayan ama buna karşılık bir otorite gösterisi yapmak için “eli sopalı” algısı bırakan yönetici ve lider görsem, aklım hemen CSO Konserlerine ve salonun ikinci sırasına döner yerleşir.

Hep düşünmüşümdür, acaba “aralarındaki bu göz temasını, şefin elindeki sopa mı engelliyor ?” diye… Sanki, “Ya sopa olacak, ya da temas, ikisine birlikte yer yok”…

İşte tüm bu düşünceler içerisinde daha çok Gürer Aykal ile şekillenmiş olan şeflik sembolizmasını yaşam ile buluşturmaya çalışırken, ister istemez onun elindeki, neredeyse vücudunun bir uzantısı olarak duran baton’undan (sopanın müzikteki kibar karşılığı) uzak düşünebilmek mümkün değil.

Yönetim işi, her ne kadar şefler tarafından ellerin müzik ritminde sallanması gibi görülse de, ve bana müzisyenleri yönetmenin uzağında, onun dans etmesi gibi gelsede de, zaman içerisinde çok sesli ve çok boyutlu bir ortam olması benzerliğinden yola çıkarak, günümüz yaşamının “farklılıkları” orkestrasyonundan hiçbir farkının olmadığını da düşündürüyor..

Orkestra şefinin en temel fonsiyonunun, tüm orkestrayı koordineli bir şekilde plan (çalınan parça) üzerinde ilerletmek ve böylece çok doğal olan çok sesliliği bir sanatsal uyuma kavuşturabilmek olduğu bir gerçektir. Bu şekilsel ve sopalı iletişim de şefe, farklı müzisyen ve seslerin doğru zamanda ve doğru ritimde yerlerini alma konusunda yardımcı olmaktadır. İşte ancak bu koşul ve neden ile orkestra şefinin bir yönetim aracı olarak elinde bir sopa taşımasını mazur görebiliyorum.

Tüm iyi şef ve liderlerlerin, uyum içerisinde yönetilmesi gereken farklılıklar tarafından kolayca anlaşılması, verilecek olan ritmin de basitliğinden kaynaklanıyor olmalı. Genel kabul gören ilk dört ritim de aynen şekildeki gibi olunca da, bunu bir sopa ile yapmak pratik hale geliyor olmalı. İşte bu nedenle, müzikte en az orkestranın her hangi bir müzik aleti kadar önemli hale gelmiştir bu sopa, şefin parmaklarının ucunda..

Baton kullanımından önce, orkestralar ya klavyeli çalgılar (klavsen, çimbalo gibi piyano ataları) ya da birinci kemancı tarafından yönetilirlermiş. Birinci kemancı da bu görevi yaparken kemanının yayını kullanırmış. Bu liderliğin orkestra şefliğine evrilmesi sırasında, doğal olarak şefin eline , bir keman yayından ilham alan baton yerleşmiş.

İlk zamanlar rulo kağıttan yapılan batonlar, günümüzde çok hafif ağaçlardan ve uzun sanatsal üretim süreçlerinden geçerek hazırlanmaktalar verecekleri konserlere.

Bu noktada insan ister istemez sopanın orkestra içerisindeki birleştirici katkısını düşünmek yerine onu oldukça işlevsiz bir yönetim ve otorite sembolü olarak görüyor. Çünkü, bir şekilde müzik başladıktan sonra sanki herkes kendi ritmini bulup “akış” a geçiveriyor. Bir daha da eserin sonu gelinceye kadar da hiçbir müzisyen kafasını kaldırıp da şefe bakmıyor gibi düşünmemek elde değil.

Bir müzisyen arkadaşım bana bir keresinde, “şefin orkestranın performansına olan katkısı sahnede değil, onları gösteriye hazırken geçtikleri süreçtedir” demişti. İşte bu nedenle şefin tüm sahne gayreti de, orkestraya hazırlık provalarında verdiği tavsiye ve yönlendirmeleri hatırlatmak için olmalı. Bir kemanın, üflemeli ve vurmalı çalgılar içerisinde otururken ve kendisinden çok daha tonlu seslerin arasında iken çıkardığı sesi duyabilmesi ve onu düzeltebilmesi imkansız olduğundan, bu sesleri hacimleri açısından düzenlemek ve güçlerini dengelemek şefin ilk ve belki de tek “prova” görevi olmaktadır.

Bunu en güzel anlatan örnek ise oscar ödüllü Whiplash filmindeki şef rolü ile J.K.Simmons dan başkası olamaz. Sergilediği olağanüstü performans ona En İyi Erkek Oyuncu (2014) ödülünü getirmiş olsa da, filmi defalarca izlemiş biri olarak, ben bile sergilediği yönetim tarzını sindirebilmekte zorlanıyorum.

Bir Caz okulundaki efsane olmayı zorlayan şef rolü ve öğrenciler (orkestra üyeleri) üzerinde kurduğu yırtıcı otorite eşliğinde, genç bir baterist ile girdiği mücadeleyi sergileyen film, elinde bir sopa taşımamasına karşılık bir hazırlık ve prova sürecinin hırslı bir yönetici tarafından ne kadar çekilmez hale gelebileceğinin en basit anlatımı olmaktadır. Üstelikte filmdeki rolü gereği T. Fletcher, bu işi hiçbir vekil kullanmadan doğrudan çıplak elleri ile yapıyor.

Filmi izlemeyenler için yapabileceğim tek şey, onlar için üzülmeyi bir kenara bırakıp, aşağıdaki link üzerinden, filmin tamamını izlemeye özendirmek olacaktır. 

(Bu film, tüm zamanların en iyi 45.filmi olarak tarihte yer almıştır.)

 

Şimdi izninizle “eli sopalı” şefin, yöneticinin veya liderin izinden yaşamın problemlerini düşünelim.

Aklınıza göz temasından kaçındığınız ve gücünü elindeki sonuç (performans) üzerinde hiçbir katkısı bulunmayan “sembolik” aracı (sopa) sallama gücünden veya bulunduğu pozisyondan alan şeflerinizi ve yöneticilerinizi düşünün. Bu davranışlarını ve sertliklerini açıklarken hepsi, “işin gerektirmesi” perdesinin arkasına saklanırlar. Ama bunun işe yani yapılana hiçbir faydasının olmadığını bir güzel atlarlar.

O sopa ses çıkarmaz ve bu nedenle de çıkan müziğe hiçbir katkısı yoktur, olamaz.

Yaşam her alanında farklı ve özgür seslerle doludur. Bu seslerin hiçbiri bir diğerinden daha çirkin veya daha çekilmez ya da rahatsız edici olamaz. Bu sesler tek başlarına bir işe yaramadıkları gibi, ancak ve ancak birlikte oldukları zaman sanatsal bir performans oluşturabiliyorlar. Orkestra şefinin de işi, en kalabalık çalgı grubunun yolunu açmak, diğer sesleri kısmak veya azaltmak, değildir, olamaz. Ya da, hiç sesi olmayan sopanın bir tatmin aracı haline getirilmesi de olamaz.

200 yıl önce Batılılaşma adı altında ithal edilen bu yenilik, klasik müziğin coğrafyamıza gelmesinden çok, çok sesliliği ve onun lezzetini aşılamak faydasını doğurmuştur.

CSO, bir demokrasi sembolü değil de nedir ? İşte böyle olunca da şefin eline aldığı sopa benim oldum olası ağırıma gidiyor ve onuruma dokunuyor. Tüm yaşamım boyunca otoriter tarz ve yönetimlere olan isyanım da, köklerini ikinci sırasından izlenen cumartesi konserlerinden alıyor.

Kullandığım metaforun sağlığı açısından söylemeden geçemeyeceğim,

“Orkestra, elde sopa olmadan da pekala yönetilebilir. Bunun eminim ki yüzlerce örneği vardır. Şu sopadan vazgeçin de, işimize gücümüze bakalım”…