"İyi" kazanabilecek mi ?...

Hayatın bütün anlamını bir filmin içine sığdırabilme başarısı olmalı, o filmi tüm zamanların en iyi on filmi içerisine sokan. Üstelik, bir İtalyan tarafından fason bir üretim ile İspanya platolarında çekilmiş olsun, kaynağından bir okyanus boyu uzakta.
 
Bütün çocukluğumuzu aldı götürdü. Hala da daha iyisini seyretmemişsem eğer “Western” klasmanında, belli ki ne onun, ne de trilojinin (üçleme) diğer spagetti soslu devamlarının eline hala su dökülememiş.
 
Sergio Leone (1929 -1989) , Kötü ile İyiyi çatıştırırken keşfettiği felsefe ile ayrıldı Amerikalı senarist ve yapımcılardan. Hatta eminim ki Quentin Tarantino başta olmak üzere bir çoğunun da ilhamı oluverdi.  Belki de Ennio Morricone’nun Sergio Leone ve “İyi, Kötü ve Çirkin” ile başlattığı müzik tarzı da, aynı özlem ve kıskançlık ile devam ediyor Tarantino’nun Django’sunda ve Hateful Eight’inde.
 
Nasıl bir başlangıç ise İyi, Kötü ve Çirkin… İşte tam da bizlerin dönemine denk geldi ve sürüyor.
 
10’lu yaşlarımda olmalıydım, filmi ilk izlediğimde. İlk diyorum, zira hala iki senede bir eşimin hayret dolu bakışları arasında film ile ilgili hafızamı tazeleme ihtiyacı duyuyor ve sanki ilk kez izliyormuşcasına heyecan içerisinde baştan sona nefesimi tutarak izliyorum. İzlerken de, eskiden yapmadığım şeyleri yapıyor ve filme yeni yeni sorular soruyorum.
 
Filmin inanılmaz derecede basit olan senaryosuna bu başarıyı sığdırabilmek bana göre filmin “çirkin” etrafındaki felsefesinden kaynaklanıyor.
 


Tuco (çirkin, Meksika’lı bir kanun kaçağı) her nedense ve nasılsa Blondie (İyi, Amerikalı ödül avcısı) ile bir ortaklık içerisinde ödül paralarını tekrar tekrar toplamak üzerine bir “tezgah” ta işbirliği yaparlar.  Bir kumpanya misali, bir kasabadan bir diğerine aynı ödülü tekrar tekrar kazanmaya çalışırlar. Angel Eyes, (Kötü, kiralık katil) bir içsavaş ganimetinin izini sürmekte ve Bill Carson isimli bir Güneyliyi aramaktadır. Bizim ikilinin, ganimetin gömülü olduğu mezarlık ve mezarın ismini, son nefesini verirken Bill Carson’dan öğrenmeleri ile birlikte, üçünün yolları aynı hedefe kilitlenir.
 

Çirkinin mezarlığın, iyinin mezarın ismini biliyor ve kötünün de içsavaşın galibi tarafından olması nedeniyle, bir seri trajikomik gelişme sonunda Sad Hill Mezarlığında Arch Stanton’un mezarının başında buluşurlar ve düelloya tutuşurlar.

Buraya kadar ki haliyle hikaye, çok sıradan bir Vahşi Batı senaryosu gibi görülebilir. Bu sıradanlıktan sıkılarak yazıyı okumaya bu satırlara kadar dayanamamış olanları da bu nedenle yerden göğe kadar haklı buluyorum.
 
Ama gerçek senaryo ve filmin gerçek başarısının, alışılmış hikayelerdeki iyi ve kötü mücadelesi içerisine inanılmaz bir maharet ve incelik ile sığdırılan bir “çirkin” den kaynaklanıyor olduğunun tespiti ile, okumaya devam edenler için bir farklılık yaratabilecek, kazanç olabilecektir.

 
Hayat bize, kendi iyi ve kötülerini birbirinden daha rahat ayırt edebilmemiz için iyinin karşısına hep kötü, olumlunun karşısına hep olumsuzunu koyar. Bu beyazın karşısındaki siyah, gündüzün karşısındaki gece, ışığın karşısındaki karanlık gibi bir dualitedir. Herşeyin ancak ve ancak karşıtı ile bir arada varolabileceğini gösterir ve ne yaparsanız yapın herbirisini karşıtı ile birlikte ele almak ve yönetmek zorunda kalırsınız.
 
Bu film ilk defa bu “iyi-kötü” dualitesini (ikilisini) bibirinden ayırmak için aralarına “güzel” in karşıtını tek başına koyuyor, ve “çirkin” filmin çapası haline geliyor.  Ama hakkını da teslim edelim, Eli Wallash (Tuco) da rolün gereğini "çapa" sıfatına yakışır bir şekilde yapıyor.
 
Ne iyi ne kötü, Tuco ile karşılaştırıldıklarında üzerlerinde “çirkinlik” kalmıyor. Blondie (Clint Eastwood) sadece “iyi” oluveriyor, çünkü Tuco kadar “çirkin” değil. Tuco ise sadece “çirkin” oluyor, Angel Eyes (Lee Van Cleef) kadar “kötü” olmadığından.  Bu kategorileştirmeyi başarınca da, ne bu üçünün de acımasız birer fırsatçı, güzünü kırpmadan can alan birer katil olduğuna artık dikkat edemez hale geliveriyorsunuz.  Üstelik de arka planda tüm absürdlüğü ile akaduran Amerikan içsavaşını görmezden geliyor ve yaşamı, iki fırsatçı “iyi ve kötü” ile aralarındaki bir “polarizasyon katalizörü” rolündeki “çirkin”e indirgiyiveriyorsunuz. 


Beklendiği üzere, filmin sonunda iyi kazanıyor ve bizleri şaşırtmıyor.
Neredeyse tüm filmlerin sonunda “iyi”ler kazanmakta ise, sinema endüstrisinin misyonunun da “bu” olduğunu da düşünmeden edemiyor insan.  Galiba bizler de sadece bunun için sinemaya gitmekteyiz. Çünkü sonu bizi mutlu edecek şekilde biten süreçlerin ve olayların seyrine olan ihtiyacımızı, “yaşam” tek başına karşılayamıyor.
 
Ne yazık ki, yaşamda ve onun her alanında kötü, iyiden daha güçlüdür.  Günlük yaşantımıza baktığımızda bu cümlenin altının ne kadar çok örnek ile dolduğunu göreceksiniz. Size kötüyü ve negatifi daha baskın olarak algıladığımız bir kaç örnek;
 
·      Bilinçaltımız, negatif (kötü) uyarılara daha elverişli çalışır.
·      Beynimizde negatif bilgiler, pozitif bilgilere oranla çok daha hızlı işlenirler,
·      Kötü anılar daha derin bir şekilde zihnimize kaydedilirler ve çok daha hızlı hatırlanırlar.
·      Belli bir miktar parayı kaybettiğimiz zamandaki üzüntü, aynı miktarda bir parayı kazandığımızdaki sevinçten daha baskındır.
·      Yaşamımızdaki kötü olaylar, iyilere oranla etkilerini daha uzun süre korurlar.
·      Olumsuz geribesleme ve bildirimler daha güçlü ve dayanıklı etkiye sahiptirler, olumlular çabuk unutulurlar ve bu nedenle sık sık tekrar edilmeleri gerekir.
 
Amacım, psikoloji konusunda uzmanlaşmış olanlara karşı haddimi aşmak değil ama “pozitif düşünme” ve “pozitif psikolojiye” olan açlığımızın da işte tam bu nedenle önemli ve anlamlı olduğunu düşünüyorum.
 
Yaşam gerçekten “kötü” mü?
Adaptasyon yeteneği en güçlü olan canlı türü olarak dünya üzerindeki varlığını giderek arttıran ve artık kabına sığamayarak başkalarına zıplamaya çalışan biz “homo sapiens”ler, acaba kendimizi “kötü”ye karşı da adapte mi ediyoruz ve onu kolayca kanıksıyor muyuz? İyilerin kazanacağı filmlere olan açlığımız acaba bu yüzden mi ?
Yaşamda gözümüzden çıkartamadığımız kara gözlükler sinema salonlarında pembeleşiyorlar ise, bu acaba bizlere bilinçaltlarımızın “pozitif”e karşı duyduğu bir açlık mıdır ?
Daha da enteresanını aşağıdaki soruda buluyor insan.
Eğer, bizler evrimsel olarak “kötü” karşısında daha dayanıksız ve zayıf isek, ve bu da bizi “kötü” bilgiyi algılama, işleme ve hatırlama konusunda daha elverişli bir hale getiriyorsa, acaba yaşam bizim algıladığımızdan ve düşündüğümüzden daha “iyi” bir yer olabilir mi?
Bunun cevabını bulabilmek zor. Ama pozitif psikoloji bu cevabı bulabilmek için bize sınırsız bir destek sunuyor. “İyi, gerçek yaşamda da kötüyü her zaman yenebilir. Bunu yapabilmek için ise, herbirimiz bireysel olarak düşünce şeklimizi pozitife dönüştürmek zorunda ve kötünün karşısına onu tüm mücadele edebilecek güçlü “iyi” ler yerleştirmeli ve sadece onlara odaklanmalıyız”  diyerek.

Dönelim filme ve sinema efsaneleri arasına haklı olarak yerleşmiş son düello sahnesine.

Tek haneli yaşlarımda ne olduğunu bilmediğim halde, ilk “oyun teorisi” dersim olmuştu, İyinin düelloyu nasıl kazandığını anlamaya çalışmak. Mermisiz silahı ile çirkin, kötünün karşısında ilave bir hedef halinde iken; iyi tüm dikkatini kötüye verebilmektedir, çirkinden gelecek bir tehlike olmadığını bildiğinden.

Bu sahneyi hatırlamak isteyenler için ....

 


Bir içsavaş sadece iyi ve kötülerin mücadelesi olamaz, ve bir sürü çirkinliklere de ortam sağlar”, diye bağırıyor film, en son düello sahnesinde bile. Savaşın galibi iyi oluyor, ama kendi parçası olan çirkin ile ganimeti paylaşıyor kötü öldüğü zaman. Belki de “iyi” kötü ile başedebilmek için biraz “çirkin”leşmek zorunda kalıyor, içsavaş süresince…

Kötüyü yenmek için iyi, içi boş ve zararsız  bir çirkinliğe ihtiyaç mı duyuyor yoksa? Eğer öylese bile, dilerim ki bu sadece savaşlarda ve onun kuraldışı ortamlarında kalır..

İyiyi kötüye hakim kılacak olan ise, sadece onun kendisinin daha güçlü olduğu inancı, arzusu ve düşüncesi olmalıdır... Yoksa çirkinleşiriz kötünün karşısında...