Karın tanesi olmak...

Her kış , o ilk kar tanesi hep yalnız düşer insanın omuzuna, yalnız seyredilir, yalnız erir arkadaşları üzerini kaplayacak sıklıkla gelip onu koruyuncaya ve üzerine düştükleri yüzeyi elbirliği ile soğutup erimeyi engelletinceye kadar.

Aynı hüzünle karşılarım her sene omuzuma veya arabamın camına düşen ilk kar tanelerini. Bana soğuk kışı veya dondurucu geceleri hazırladığı için olduğu kadar, üniversite yıllarımda ismini ilk kez duyduğum bir Polonyalı şaire (Stanisław Jerzy Lec) ait olduğunu öğrendiğim bir sözü de anımsattığı için olmalı. Bu sözün çoğunluk tarafından Oscar Wilde’e ait olduğunun sanılması da, ayrı bir katkı yapmakta yaşamakta olduğum o hüzne.

Bu söz 3-5 kelime ile ne kadar da güzel anlatıyor, beni, seni, onu. Hele hele günümüzün birey davranışlarını...

Ancak bu sözü düşünüp taşınmadan önce, kar tanesinin özgün yapısı ile tanıştırmalıyım sizleri, “neden” ve niçin” leriniz derinlik kazanabilsin diye.

Kar tanesinin özgün, inanılmaz yapısını ve çoğumuzunbir zaman ya camda ya da omuzda farkettiği özelliklerini bilimsel açıdan ilk farkeden ve de bunu bir güzel açıklayan ünlü matematikçi Johannes Kepler (1571 – 1630) olmuş.

Bir çoğumuz için sadece beyaz, parlak, buz kristalinden oluşan soğuk biryağış çeşidi iken, Kepler’e göre kar tanesi,  onun 1611 senesinde bir arkadaşına yazmış olduğu 24 sayfalık çalışmasında ki açıklamalara göre mükemmel simetrik bir altıgendir.

Kitabın giriş bölümünde Kepler, Prag’daki Charles köprüsünden geçerken omuzuna konan kar tanesi sayesinde deneyimlediği özgün farkındalık ile onun muhteşem geometrisine vurulduğunu söylemektedir. Bu heyecan ile, içinde yeşeren ilgi kendisini “kar tanesi” üzerine yapılan ilk bilimsel çalışmaya yönlendirmiştir. Sonraları kristalografi konusuna kadar varan bu çalışmaları ile Kepler, partiküller ile kristal formları arasındaki bilimsel köprülerin kurulmasını sağlamıştır.

Ayrıca Kepler, kar tanelerinin kendisinden önceki tüm mistik ve doğaüstü tanımlarını yerinden oynatmış ve hatta kendisi oturmak için yerlerinden kaldırmıştır.

Doğaldır ki, bilim felsefesi içerisinde dolaşmayacağım, ama filozofları oldukça yoran, altıköşelilik konusunda bir iki kelime yazacağım. Kepler’in 24 sayfası ile yarışacak değilim, ama onun sorduğu şu sorunun cevabını da meraklananlar için incelemek gerek diye düşünüyorum. (Arayanlar çok enteresan açıklamalar bulacaklar, tavsiye ederim)

“Kar tanesinin altı köşeli bir yıldız şeklinde oluşmasının nedeni ne olabilir?”.  Bu bir şans olamaz, çünkü her kar tanesinde kendisini tekrar ediyor. Neden hep altı ? Fizik ve kimya bu konuda yardımcı olacaktır.

Kepler’in bu altı köşeli geometriye takılmış olmasının bir önemli nedeninin de aynı tarihlerde bir başka problemi çözmeye çalışan Thomas Harriot ile arkadaş olması olabilir. Zira Harriot da bir donanma için, güverteye sığdırılabilecek maksimum top mermisinin hangi şekilde istiflenmesi gerektiğini bulmaya çalışıyordu ve Kepler ile birlikte ortak görüş ve iddiaları bu “en sıkışık” paketlemenin hexagonal formlarda olabileceğini ve top mermilerinin hexagonal tabana istiflendikleri zaman daha yoğun depolanabildiklerini öngörmekteydi.

Bu yaklaşım belki Kepler’in altı köşe odağını açıklayabiliyordu ama ne yazık ki, kar tanesi çalışmalarını üç konuda yetersiz bırakıyor. Cevaplayamadığı ;

·      Neden hep altı köşeli ?

·      Neden yassı ? ve,

·      Neden herbir kar tanesi birbirinden ayrı şekilde?

soruları 24.sayfanın sonunda konuyu matematikçilerden alıp, kimyagerlerin ve fizikçilerin kucağına bırakıyordu. Bu konu, neredeyse 1980lere kadar buzun hexagonal kristal simetrisinden kaynaklanan dallanma ve büyüme paternleri keşfedilinceye kadar da kolaylıkla netleşemeyecekti. Hatta Kepler bir bilimadamına yakışmayacak terkedişler ile kartanesinin rastgele oluşumlarını, bilimdışı açıklamalara iade edecekti.

Ancak 24 sayfalık kitap, Kepler kapattıktan sonra da açık kalacak ve okuyanları, günümüzün Kristalografi bilimdalının tohumlarını atacaklardı.

Yeri gelmiş iken, “kar taneleri” ile bizleri görsel olarak ilk buluşturan bir başkasını da anmak gerekir.

Wilson Alwyn "Snowflake" Bentley (1865 –1931) bilinen ilk kar tanesi fotoğrafçısıdır. Siyah bir kadifenin üzerine düşen ilk kar tanesi gözlemini fotoğraflayarak başladığı serüveni, onun elli yıl boyunca, kar tanesi fotoğrafları çekmesine ve bu fotoğrafları müzelerde sergilemesine neden olmuştur. Ancak, bu tanelerin onda tutku haline gelmesinin en önemli nedeni, hiçbir kar tanesinin birbirinin eşi olmadığı tezini ispat etmiş olması olmuştur. Bütün yaşamını benzer iki kar tanesini bulmaya adamış ama başaramamıştır.

 

Kar tanelerinin, bir “parmakizi” gibi özgün olduğu hikayesinin ispatı onun fotoğraflarında yaşamaktadır.

(Bu konuda tam bir dökümantasyon arzu edenler, internette istemedikleri kadar kaynak bulabilecekldir. Konunun bilimsel tarafını bir başka boyuta taşımadan önce arzu edenlere aşağıdaki videoyu birçok sorunun cevabını barındırması açısından önerebilirim.)

 

Ben yazıya ilk başladığım noktadaki “hüzne” geri dönmek ve Stanisław Jerzy Lec'in sözü ve kar tanesi arasında kurduğum hangi bağlantı ile, gariban bir “kar tanesi” tarafından hüzünlenmeyi başarabildiğim konusuna gelmek istiyorum.

O bildiğimiz, veya bu yazı içerisinde biraz daha keşfettiğimiz, bir parmakizi kadar yalnız ve özgün, eşi bulunamayan altı köşeli muhteşem kristalin üzerine bir suçlama inşa etmek zorundayım.

Stanislav Jerzy Lec diyor ki, “Hiçbir kar tanesi kendisini düşen çığdan dolayı sorumlu hissetmezmiş” (No snowflake in an avalanche ever feels responsible.)

Bu sözün ne kadar dolu ve günümüze,  toplum yaşantımıza bir ahtapot gibi uzayıp saldıran manası olduğunu biraz düşünün. Kristale indiğimiz zaman mükemmel, eşsiz ve muhteşem olabilen ve tanecik boyutunda bilimsel açıdan kusursuz olabilenin, birleşip bütünleştiği zaman büyük bir felaketin suç ortağı olabileceği daha güzel nasıl anlatılabilir. Toplum yaşamımızı hızla kontrolüne almakta olan bireyselcilik ve ben-merkezcilik içerisinde, nereye gidiyor veya neye dönüşüyor olduğundan umarsız ve bencil bir varoluş şekli.

Hepimiz aslında birer kar tanesi değil miyiz ? Parmakizi gibi özgün, tek başına iken eşsiz ve mükemmel. Yakalayıp kollarımıza aldığımız yeni yeni su molekülleri ile büyüyen ve güçlenen bir “tane”. En önde ve hızlı gidenleri, arkasından gelenler yetişip üstünü örtünceye kadar eriyip giden.

İşte salt bu nedenle hüzünlenirim ilk taneleri görünce, arkasından gelen yoksa eriyip gidecek zira. Hele hele arkasından, düşecek olan çığı sahiplenmeyecek olanlar geliyorsa.

Durup karar vermeliyiz oysa, bir kristal olarak ne işe yarayacağımıza. Çığ olup savrulmadan önce kartopu mu olacağız yoksa kendimiz gibiler ile birleşip bir kardan adam mı ?

Kurgulamış olduğum metaforu bu noktada bozmak ve değiştirmek zorundayım. Bizler, eğer kardan adam olmayı seçmiş isek, içimizde binlerce kar tanesi taşıyoruz demektir. Her hayranlık duyduğumuz taneyi kopyalayıp sararak büyütüyoruz adamımızı. Etrafımızdaki her güzel örnekten bir kar tanesi yaratıp sarıyoruz kendimizle. Dışarıda erise bile, bizim “adamımız” içerisinde devam ediyor üşümeye…

Bu hafta birçok kar tanesi eridi, gözlerimizin önünde. Ama benim için öyle bir tanesi vardı ki, kardan adamımın içinde, ömrüm boyunca hatırladıkça bir Wagner dinleyesim gelecek. Her karşılaştığım kibarlık, nezaket, derinlik, içtenlik ve gülen göz bana biraz onu hatırlatacak.

Işıklar içerisinde uyu Remzi Çetindağ