İlk ve tek damla...

Ne zaman hava kararsa ve yağmur öncesi serinlik tenime dokunsa onu yaşamak ve hissetmek için cam açıp kafamı uzatırım, ya da açık havaya çıkarım. Hiç bir şey, doğal bir yakınlığı daha güzel anlatamaz gibi gelir bana. En basit ve yalın hali ile, doğa ile “bir olabilmenin” onu soluyabilmenin simgesidir o. 

Onu daha iyi tanıyabilmemizi sağlayacak olan tanıtımı; üzerindeki romantik kimliği azaltmak için değil, ona karşı beslenebilecek olan farkındalığı güçlendirebilmek amacıyla ve anlamlı bir metafora kavuşabilmek için yapmak istiyorum. Öyle ki, bir sonraki yağmurda onu hissettiğinizde, içinizden bir yerlerden bir isyan da ses versin beraberinde.

Kahramanımız;  kuruluş amacı, insanlığın ve gezegenimizin problemlerinin çözümüne, bilim ve bilimsel araştırma ile fark yaratarak katkı sağlamak olan, Avustralyalı CSIRO (Commonwealth Scientific and Industrial Research Organisation) tarafından kimyasal bileşimi keşfedilinceye kadar, salt romantik özellikleri ile biliniyordu..

Antik Yunandan bugüne kadar ismini Mitolojiye taşıtmış ve “Tanrıların Eterik Kanı” anlamına gelen Petra ve İchor kelimelerinden üreyen bir tamlama ile anılmıştır.

Yağmurun havadaki farklı ve özel kokusu … Petrichor.

CSIRO haliyle onu moleküllerine ayırmış ve onun aslında Tanrıların kanından çok, yağmur öncesinde topraktan salınarak havaya karışan bir yağ olduğunu bulmuştur.

Isabel Joy Bear ve Richard Thomas isimli bilim insanları 1964 yılında yayınladıkları “Killi Kokunun Karakteristiği” isimli makalelerinde, Petrichor’u dünyaya tanıtmışlardır.

Yağmur sonrası havaya asılı kalan ve gidip kendisini içimiz çekmemizi bekleyen o emsalsiz koku, onlar sayesinde, kaynağı olan bakteriye dayandırılabilmiştir. Biz her ne kadar kendisini toprak kokusu olarak bilsek de, o nemli toprakta yerleşen ve bir sonraki ıslanmayı bekleyen Aktinomiset isimli bir bakteridir. Toprak kuru iken sporlar üreterek çoğalan ve pusuda bekleyen bu bakteri, salınmak için ilk yağmur veya su damlalarını dört gözle beklemektedir. Yağmur damlaları düşmeye başladığında ise, onun havaya karışabilme fırsatı doğmakta ve o eşsiz katkılarını yapabilmek için atmosfere karışmaktadır.

Petrichor’un bir diğer malzemesi de fırtına ve elektrik yüklü havalardaki ozon oluyor. Şimşekler çakmaya başladığı zaman atmosferde bulunan oksijen ve nitrojen molekülleri parçalanarak nitrik oksit oluşturuyor ve bu da ozon yapıncaya kadar kendisine atmosferdeki serbest kimyasalları arıyor.

Yağmurdan önce burnumuza gelen yağmur kokusu da, işte yaklaşan fırtınanın başlattığı hava akımı ile bulutlardan burnumuza taşınan ozon.

Bu haliyle anlatınca benim bile canım sıkıldı. Isabel Joy Bear ve Richard Thomas’a katkılarından ötürü teşekkür edip, işin kimyasal tarafını bu noktada sonlandıracağım.

Amacım ne Antonomiset ne de ozon. Benim işim Petrichor ile… Kaynağı, doğal olarak önemli ama ben neden-sonuç ilişkilendirmesini Petrichor’un bana ulaşması anından sonrası için kurgulamaya çalışacağım.

Çünkü ne zaman Petrichor bana gelse veya ben ne zaman onu asılı olduğu yerden gidip alsam, öyle farklı bir şalter iniyor ki beynimde, bambaşka bir yerde buluyorum kendimi.

Bilinçaltım, raflarından hızlıca Amin Maalouf’un Semerkant isimli kitabını yetiştiriyor bana, işaretlenmiş olan 80. sayfasını açarak. Oradaki Ömer Hayyam dörtlüğü nerede ve her ne yapıyor olursam olayım, kasvetim ve moralsizliğim ne kadar baş edilmez olursa olsun, imdadıma yetişiyor.

"Acın sonsuz olduğunda,
dünyanın kararmasını isteyecek olduğunda,
yağmurdan sonra parıldayan yeşilliği,
bir çocuğun uykudan uyanışını düşün...
" diyor Hayyam.

Yağmur habercisi Petrichor’un yardımı ile üçüncü satırına girdiğim dörtlük beni içinde bulunduğum paradigmanın ötesine geçirebilmeyi başarıyor. Acı ve umutsuzlukları, basit ve çocukça düşünmeyi becerebildiğim zaman, kolaylıkla bertaraf edebildiğimi fark etmek öyle bir pozitif enerji pompalıyor ki hücrelerime, karşıma çıkacak hiç bir şeyin beni alt edemeyeceğini düşünebilir olmaya başlıyorum.

Doğa ile aramızda kurduğumuz ilişki işte aslında bu kadar basit ve kolay olmalı. Bir yağmur damlası beni kurtarabilmeli ve çekip çıkartabilmeli dertlerin ve karamsarlıkların girdabından.

Her şeyi temizlemek için sellere değil sadece bir tane yağmur damlasına ihtiyacımız var. O damla, bardağı taşıracak son damla olmak zorunda değil. Önemli olan bardağı taşırmadan bilebilmek o damlanın değerini. Doğa daha ne yapsın. Bana kendisini hatırlatmak ve aramızdaki tamamlayıcı ilişkiye beni geri götürebilmek için Petrichor’u görevlendirmiş. O da artık elinde ne varsa o an için, Antonomiset veya ozon, o zerreyi bana bir çapa olarak sunuyor sımsıkı yaşama tutunabileyim diye.  

En başa ve en basite çekmeye çalışıyor beni, bencilce kendime yarattığım problemlerden uzaklaştırıp, her şeyin sahibi olduğumu sandığım rolümden sıyırıp, sadece bir bütünün küçük ve çok basit bir parçası olduğumu bana anlatarak kurtarmaya çalışıyor. Gezegenin sonunu hazırlayan, arsızca, bencilce ve umarsızca onu yok etmeye çalışan, “virüs” insan ırkına basit hatırlatmalarını ısrarla yapıyor.

Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde, İstanbul’un üzerine çöken bir kara bulut ve dolu fırtınasını izliyordum evimin camından, bahçemde devrilen ağaçların çatırtısı kulaklarımda çınlarken.

Ya bir damla, ya da fırtına… ikisi de aynı…Sadece hatırlatıcı, sadece kurtarıcı.

Bir sonraki yağmurda, Petrichor size ulaştığı zaman, lütfen kafanızı çevirip gitmeyin. O molekül size doğanın sunduğu bir armağan ve bir hatırlatmadır. Durun ve ne olur iki dakika düşünün … Bu Petrichor ne demek istiyor diye…

Ve sonrasında ilk aklınıza gelen aşağıdaki videodaki çocuk olsun ve onun tüm sevimli şaşkınlığında Ömer Hayyam’ın 4. satırı ile buluşun.

 

O ilk damla ile buluşma anında,  bir çok çıkış kapısı sizin için keşfedilmeyi bekliyor olacak. Yeter ki ulaşmayı deneyin, elinizi uzatın ve görmeye çalışın...