İda'nın yavrusu...

Troas.png

Adaya ayak bastığım andan başlayarak kafamda bu yazıyı yazmaya başlamış olmama karşılık, aradan geçen on gün boyunca konuyu neresinden tutacağıma nedense bir türlü karar veremedim. Bu kararsızlığımın ne yazık ki, kendimi biraz arada ve derede hissediyor olmamdan kaynaklandığını düşününce de konu, başlanması daha zor hale geldi.

O, Ayvalık’taki çocukluk yıllarım boyunca, geceleri kıyısında dolaşan arabaların farlarını gördüğümüz, bazı arkadaşlarımızın sabahları horozlarının sesini duyduğunu iddia edeceği kadar yakın olan, ama bize çok uzak anlatılan ve tanıtılan bir adaydı. 

Kıbrıs Barış Harekatı süresince, orman kıyısında bulunan dede evimin arkasında mevzilenmiş topçu bataryaları hep ona dönüktü. Onun tarafından bakıldığı zaman evlerimizin yerleri belli olmasın diye ışık yakmak yasak, geceleri araba farlarını açmak tehlikeli idi. Kimin hangi adreste oturduğunu, çıplak gözle görebilecek kadar bize yakın olmalarının tezadı içerisinde, çocukluğumun en ürkütücü korkuları hep o ada ile ilgili idi. Üstelik de, mahallemizde yaşayanların %75’i, mübadele sonrası o ve benzeri adalardan Anadolu’ya gelmiş adalılardı. 

Barındırdığı tehdit ve tehlikeler, bilinçaltıma o yıllardan kazınmış olmalı ki, bu kadar çok Yunan adası görmüş olmama rağmen, o  en sonlara kalmıştı. Belki de, ailecek hakkı verilerek gidilecek bir fırsata denk gelmesi özenle bekleniyordu, bilinmez. 

Edremit körfezinin tam karşısına, İda dağının eteklerinden uzanan iki kol ile, annesi tarafından kapının önüne bırakılmış gibi masum, sakin, sokulgan ve iyi huylu bir çocuk görüntüsündeki Midilli adası. 

sandık.JPG

Eşimin anne tarafı her şeylerini, bugün evimizin en değerli objesi olan resimdeki sandığa sıkıştırarak oradan geçmişlerdi Ayvalık’a. Benim ailemin geldiği Girit’ten daha küçük bir ada olmasına rağmen, sevimlilik ve şirinlik konusunda eline kolay kolay su dökülemeyecek bir ada. İnsanı ilk bakışta, “neden bu adaların hepsi birbirine benziyor” diye düşündürtmeye başlıyor. 

mubadele0031.jpg


Midilli ile ilgili çocukluk korkularımın yersiz olduğunu, hangi yaşımda veya hangi olaydan sonra onları unuttuğumu bile hatırlamıyorum.  Ama aklımı kurcalayan ve çıldırtırcasına kurcalamaya devam eden şu soruyu hep hatırlıyorum. “İnsanlık nerede hata yapmıştı?” da, aileler köklerinden kopartılıp sürülmüş, terke zorlanmış, kaçmak zorunda kalmışlardı.  Amacım bunun cevabını aramak değil. Çünkü insanlık, bunca yaşanmış acı ve kötü tecrübenin üzerine, yaşayabilmek için kaçan insanlara hala çözüm bulabilmiş değil. Bulunduğumuz coğrafya bu gün bile, nefes alabilmek ve en insani ihtiyacı olan yaşam hakkının peşinde köklerinden kopan, denizlerde boğulan insanlar, aileler ile dolu. 

Bu nedenle Midilli adası ile ilgili sorularımı insanlığa yöneltmeden önce, 1912 senesinde adanın Yunanlılara geçtiği zamana nasıl gelindiğini hatırlamanın ve yorumlamanın daha isabetli olacağını düşünüyorum. 

Zira, insan beyni suçlu aramadan rahat edemiyor. Kendisince bir değerlendirme yaparak, sürecin içerisinde en aklına yatan suçluya hüküm giydiriyor. Herkes kestiği faturalara kendi değerlerine karşılık gelen farklı şeyler yazdığı için, herkesin faturası kendine. Benim faturam da 2. Abdülhamit’e çıktı.

İlber Ortaylı, bir konuşmasında “Tarihte en geç yer değiştiren kavimin Türkler olduğunu ve denizsiz bir coğrafyadan (Hazar Denizi hariç) kopup denize, yani Akdeniz’e kadar dayanmış olduklarından” bahsederken adaptasyon yeteneklerinin gücünden bahsediyordu. Deniz ile ilk kez 11.yy da tanışmış olmalarına karşılık atalarımız, geldikleri zaman Anadolu’nun yerlisi durumundaki kavimler ile hızlıca kaynaşabilmiş ve “denizci” denebilecek beylikler oluşturmuşlardı. Geldikleri bölge, yani Akdeniz, tarihin en köklü denizciliğinin cereyan ettiği yer olduğu için (Atlantik ve Hint okyanusu denizciliği henüz canlı değil)  bu adaptasyon bir zorunluluktan doğmuş olmalı. 

k_FatihBozkurt_Lesbos_and_Ayvalik_by_Piri_Reis.jpg

Ben bu tespitten yola çıkarak, Osmanlının yükseliş ve çöküş dönemlerini hep “denizler” ile ilgili hakimiyete dayar oldum. Kökeninde denizcilik olmamasına karşın, Osmanlı kendisini öylesine büyük bir başarı ile Anadolu’nun sınırlarındaki denizler ile entegre edebilmişti ki, 1-2 yy içerisinde Akdeniz’i kendi gölü durumuna getiren harita bilgisi, tersanecilik, donanma filosu ve kumanda becerisini kurabilmişti. 

Fatih’in İstanbul’u almasından önceki ve hemen sonraki tüm hamleleri “denizlere hakim olabilmek” üzerine olmuş ve bence yükseliş döneminin en önemli parametresi haline gelmiş. 

Barbaros Hayrettin Paşa

Barbaros Hayrettin Paşa

Midilli adası bu dönem için çok özel bir konuma sahip. 1462 senesinde Bizans kalıntısı Gatteluzzi ailesinden adayı aldıklarında, ilk iş olarak kalıcılığı sağlamak için Anadolu ve Rumeli’den Türk nüfuslar buraya yerleştiriliyor. Bu nüfusun içinde Yakup isimli, Vardar’lı bir sipahinin olması, Osmanlı’nın denizle olan imtihanını geçme konusundaki en büyük şansı olmuş.  Makedonya’da bir köyde doğacakları yerde; İshak, Oruç, Hızır ve İlyas kardeşler babaları Yakup’a tımar olarak verilen Midilli adasının Banava köyünde doğarak, denizciliği seçmişler. Kanuni devrindeki Akdeniz hakimiyeti içerisindeki Barbaros Hayrettin Paşa’nın (Hızır) payı tartışılmazdır.


Bu üstünlük özellikle Ege adalarında yerleşimi zorunlu kılmış ve Türklerin bir kısmı 450 yıl boyunca, Akdeniz ve Ege karakolu olan adalarda “adalı” hale gelirlerken Osmanlı, Akdeniz’in en büyük donanmasına sahip olmuş ve deniz beylikleri ve eyaletleri tahsis ederek denizleri yönetmişler. 

Ama ne yazık ki, Ege’nin ve Akdeniz’in kaybı da aynı donanmadan kaynaklanıyor. Donanmanın, eskiliği ve zayıflığından bahsettiğimi düşünmeyin. Ben donanmanın tutsak edilmiş olmasından dolayı kesiyorum faturalarımı 2. Abdülhamit’e. 

Mesudiye zırhlısı

Mesudiye zırhlısı

Osmanlının son yıllarında, çağı ve gücü tekrar yakalamak için yaptığı son hamlelerden birisi olan modern ve güçlü donanma hayali ile,  büyük bir donanma teşkil eden Abdülaziz, Dolmabahçe sarayını denizden kuşatan donanmanın da (Mesudiye Zırhlısı) içinde bulunduğu bir kalkışma ile tahttan indirilince, kısa bir süre sonra tahta 2.Abdülhamit geçiyor. O zamanlar Girit üssünde mevzilenen ve özellikle Ege’yi koruyan güçlü Osmanlı donanması ise, benzer bir derdest işleminin kendi başına da geleceği temel korkusu başta olmak üzere benzer gerekçelerle, 2. Abdülhamit tarafından Haliç’e hapsediliyor, mürettebat ve yetişmiş personeli başka birliklere kaydırılıyor. Böylece, korumasız kalan denizlerde hakimiyet el değiştiriyor,  başta on iki ada olmak üzere neredeyse tüm Ege adaları yavaş yavaş Yunanlıların eline geçiyor. 

Bir padişahın tahtan indirilme korkusu 30 yıl içerisinde binlerce adalı ailenin kabusu haline hızla dönüşüyor. 

Kuşkusuz, Midilli’nin de (asıl adı Lesvos) içinde bulunduğu adaların yönetiminin kaybedilme süreci sadece bir tek korkak hamle nedeni ile 2. Abdülhamit’in faturasına yazılmamalı. Birçok denge ve etken, bu kayıpları önlenemez kılmış da olabilir. Ama tekrar ediyorum, benim atalarımın göçe ve mübadeleye mecbur kılındığı sürecin faturasını ben, donanmanın Haliç tutsaklığına kesiyorum. Taht ve saltanat korkusu nedeniyle binlerce ailenin acı çekmesine isyanım ve insani itirazım da işte bundandır. 

download-1.jpg

Sonra Midilli’ye ilk ayak bastığım güne, yani 10 gün öncesine tekrar geri geliyor düşüncelerim. Kafamda Abdülhamit’ler, Mesudiye zırhlıları, taht düşkünlüğü, savaşlar ve yüzlerce yıl birlikte yaşamış toplumlara dayatılan, öğretilen, ezberletilen düşmanlıklar sıraya giriyor. İlk önce hangisini kovaladığımı hatırlamıyorum aklımdan, o ilk Midillili “düşmanımın” sıcacık bakışları ve “hoşgeldin”’i ile karşılaştığım zaman. Tuhaf bir yarış içerisine giriyoruz, ben “kalimera” demeden önce o “merhaba” demeye çalışırken.  Tüm çocukluğum boyunca üzerimde projelendirilmiş olan bu düşmanlık kağıttan bir kule gibi çöküyor ilk yemek masasında. Kendime verdiğim sözü tekrar ediyorum içimden. Çocuklarımın bu politik düşmanlıklar ile büyümesine izin vermeyeceğime, “insanı” ne pahasına olursa olsun sevmeyi ve “insanlığı” ne pahasına olursa olsun yüceltmekten vazgeçmemeyi seçmeyi  öğreteceğime ilişkin olan.


İda dağının kucağından , Ege denizine bırakılan adanın Anadolu’dan tek farkı sadece etrafının denizler ile çevrilmiş olması. Su aynı, rüzgar aynı, ağaçlar, zeytinler, balıklar, sebzeler aynı. Yiyecekler aynı şekilde pişiriliyor, aynı şekilde yeniliyor ve yanlarında aynı şeyler içiliyor. Gelenekler aynı. Tıpatıp aynı şekilde yapılmış evlerde oturuluyor, orada da erkekler kahvede tavla oynuyor, kadınlar kapı önlerinde buluşuyor. Kahvemiz, yoğurdumuz, peynirimiz, dolmamız aynı. Yemeklerin isimleri bile… Müziklerin sadece sözleri farklı. 

İşte “neden tüm Ege adaları birbirine benziyor ?” sorusunun cevabı. Onlara tüm önyargılardan arınmış bir gözle bakınca, sanırım hiçbir fark kalmıyor. Cevap bakılanda değil, bakanda gizleniyor.  Çünkü ben tüm adalarda hep aynı şeye bakıyorum, insana.. 

Ve gözüm başka hiçbir şey görmüyor, göremiyor...