Sınırını Bilmek ve Sahip Çıkmak...

private-property-image.jpg

Mülkiyet ya da “sahip olma” konusuna neden kafa yormaya başladığımı bilmiyorum, ama ne zaman benim için yeni ve etrafı sıkı sıkıya çevrilmiş bir konu görsem, üzerine tuhaf ve asi sorularımla gitmeden duramıyorum.  Mülkiyet konusu da, zaten bizzat bir şeylerin etrafını çevirmek ile ilgili olduğu için de merakımdan bolca nasibini alıyor.

download-3.jpg

Tuhaf, ama başlangıcı ve sonu üzerinden ilişkilendirilip düşünüldüğü zaman, en basit ve yalın hali ile karşılaştığım manzara şaşkınlık verici.   Mülkiyet konusunun, bir delinin kuyuya attığı taşı çıkartmaya çalışan insanların/kurumların yüzyıllarına mal olan ve olmaya devam edecek olması da ayrı bir rahatsızlık konusu. İnsanlığın tek varoluş nedeni durumuna kendisini getirmiş, toplumların birbiri ile olan tüm ilişkilerinin temelinde yer alan ve insan denen canlıyı sadece ve sadece kendisine odaklı kılan bir virüs. İnsanı ve insanlığı yok etmeden rahat edemeyecek bir  bela.

Benim mülkiyet düşmanı olduğumu varsaymadan önce dilerim ve umarım ki; barış sevdalısı olduğumu düşünüyorsunuzdur. Zira benim isyanım, mülkiyet konusu barış ile çatışmaya başladığı zaman azgınlaşıyor.

download.jpg

Mülkiyet konusunun kökeni ile işim olmayacak. Çünkü bu musibet bir şekilde başlamış. Dizginlenemez ve insan bedeninin kim bilir hangi köşesinde saklanmayı ve barınmayı becerebilen bu virüs, insanın insanca değerleri hatırlayabilme açısından en zayıf olduğu bir anda ortaya çıkıp, Dante’nin İlahi Komedyasının cennetinden  yaylanarak, araf’ı da bir çırpıda kat ediyor ve cehennemini gözler önüne serip hakim kılmayı başarabiliyor. Üstelik de, Dante’nin bireysel olarak kurguladığı “cehennemi”, tüm etrafındakilere tattırarak.

download-2.jpg

"Dante de nereden çıktı şimdi ?" diye düşünüyor olabilecekler için bir paragraf açmak istiyorum, çünkü Dante ve efsanevi manzumesi,  toprağın üstü ve altını insan bazında birbiriyle ilişkilendirmeyi simgeleştiren çok güçlü bir sembolizma. 1307-1321 yılları arasında yazılmış olan ve Dante’nin “öteki dünyaya” yaptığı hayali geziyi bir destan haline getiren İlahi Komedya'nın 14233 dizesi ve bu dizelerle tanımladığı Cehennem, Araf ve Cenneti bana düşünmek ve anlatmak istediklerim için çanak tutuyor. Bana göre insanın, toprağın üstündeki kişisel cenneti ve altındaki cehennemi ile bir bütün olduğunu anlatan İlahi Komedya, hiç kuşkusuz ki  bir paragraf ile geçiştirilmeyecek kadar özel bir eser. Bunu bir başka yazıya bırakmak ve bana onu hatırlatarak mülkiyet konusuna bağlayan, kendisinden yaklaşık 100 sene önce Avrupa’da kurgulanmış bir mülkiyet yasasına geçmek istiyorum.

download.png

Cujus est solum, ejus est usque ad coelum et ad inferos.” (Eng. whoever’s is the soil, it is theirs all the way to Heaven and all the way to Hell.)

Toprak kime aitse, cehenneme kadar altındaki ve cennete kadar üzerindeki de onundur.

Zamanında mülkiyet anlaşmazlıklarının bir çoğunu çözebilecek bir yaklaşım getirmiş olan bu kural, kuyudaki taşı çıkarmaya çalışan akıllılara can simidi olmuş.

Sezgisel ancak güçlü. Bir mülk sahibi, mülkiyetinin yatay sınırları tarafından tanımlanan sonsuz dikey bir sütun boşluğuna hak kazanır. Bu prensipte biri, arazinin yanı sıra, üstü ve altındaki her şeyin de sahibi olmaktadır.

Bu yalın haliyle düşündüğümüzde, çağlar boyunca mülkiyetin neden çok cazip ve her şeyin üstünde tutulabilir hale geldiğini anlamak da kolaylaşıyor. Yasaların insana tanıdığı dikey sınırsızlık içerisinde, metaforik olarak bir de kendi cennet ve cehennemini yaratmak,  mülkiyet hırsının koruyucusu haline gelmiş.

220px-Tom_Lee_ca_1925.jpg

Mülkiyetin sınırsızlığı paradigması veya kuralı, 1 Mayıs 1946 tarihinde Thomas Lee Cousby isimli bir çiftçinin, çiftliğinin üzerinden uçan askeri uçakların çıkardığı sesler nedeniyle, tavuklarının çıldırıp ölmesini durdurmak amacıyla Amerikan Hükümetini dava etmesi ile şekil değiştirmiş. (Eğer böyle değilse de, bu benim çok hoşuma giden bir detay olduğu için kullanmakta ısrarcıyım). Cousby, davasının gerekçesi olarak da “Cujus est solum, ejus est usque ad coelum et ad inferos”ı, yani toprağının üzerindeki hava sahasına olan sahipliğini öne sürmüş ve tazminat talebinde bulunmuş. 27 Mayıs 1946 da, yani başlamasından 26 gün sonra (!) sona eren mahkemenin kararı, Amerikan Hükümetini tazminata  mahkum etmiş, ancak kararın yaratacağı emsal riskini ortadan kaldırmak, ev ve arazi sahiplerinin uçak veya uydulardan geçiş ücreti talep etmelerini önlemek için de, hukuki bir sınırlama getirmiş. Bu da, toprağınızı “kullanmanız” ve ondan “yararlanmanıza yetecek” kadar bir hava sahası üzerinde hakkınız olduğu şeklindedir.

Ülkeler de aynı mülkiyet belirlemesini yine kendi sınırları için yapmaktalar. Ülke sınırlarından oluşan bir yeraltı, yerüstü ve atmosfer sahiplenmesini yapıyorlar.

Hukukçular, yıllardır üst sınırın kime ait olduğunu tartışadursunlar, bugün ülkelerin hava sahası, karanın bitiminde denizlerin üzerinde yaklaşık olarak 20 km.ye kadar uzanmaktadır. Ancak ne mutlu ki, bu sahiplenme sınırının dışında kalan dünya üzerindeki havanın çoğu bir güzel sahipsiz kılmaktadır. Açık denizler gibi onların üzerindeki uluslararası denilen hava sahası da herkese açıktır.

445751-avatar.jpg

Belki de bu nedenle, “doğa ile barış” ve “başa dönme” temasını en etkili bir şekilde işlemiş olan Avatar filminde, yönetmen James Cameron’un yarattığı “uçan adalar” ütopyası,  şırıngaladığı özgürlük hissi ile beni çok heyecanlandırmıştır. (Bu filmi izlememiş olanlar için sadece üzülebilirim)

Yazımın başında yer alan, kuyuya taş atan adamla tanışmamı da Jean-Jacques Rousseau’nun bundan 300 yıl önce söylediği bir söze borçluyum. Rousseau ile aynı adamdan bahsediyoruz.

jean-jacques-rousseau-369545.jpg

“Tarihte bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan uygar toplumun kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak olsaydı, sonra da insanlara, “Sakın dinlemeyin bu sahtekarı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Bunu unutursanız mahvolursunuz !.” diye haykırsaydı, işte o adam, insan türünü, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.” diyor Rousseau..

Ne yazık ki karşısına bu ikinci adam çıkamamış.

 

"Sınırlar ortadan kalkarsa savaşlar da sona erebilir" ütopyası, her ne kadar gerçekçi olmasa da bazen düşüncesiyle bile insanı insanlık için umutlandırmaya yetebiliyor.

images-2.jpg

İşte ben bu yüzden denizlere ve yelkene sevdalıyım... Sınırsızlık ve özgürlüğü doyasıya bana yaşatabildiği; kimsenin sınırlarına dokunmadan, özgürce ve gönlümce mutlu olabilme imkanını yarattığı için. Denizde tek mücadeleni dalga ve rüzgara karşı yapıyorsun; onların o dünyanın hakimi, senin ise en iyisinden fırsat ve tehlikelere karşı kendisini adapte etmeye çalışan bir “çaresiz” olduğun ile yüzleşerek ve bunu kabullenerek.

Üstelik de; vatanı ve milliyeti ne olursa olsun, denizdeki tüm insanoğulları koşulsuz dostun, yoldaşın veya arkadaşın oluyor.