Sarının her rengi...

Adı verilen müzenin giriş katının geniş koridorlarında ilerlerken, biraz sonra seni karşılayacak olan görüntünün çok alışılmış ve bilindik olduğunu düşünmekle başlayacak en büyük yanılgın.

Peş peşe dizilmiş ve en seçkin eserlerini göreceksin yan yana dizilmiş olarak ve onlarca insan arasından sıyrılmayı başarabilirsen eğer, kendini tam karşısında bulacaksın, o derin ve seni nefessiz bırakacak olan hikayenin sahibinin.

aug11p69b.jpg

Gözlerini ayıramadan baktığın bir portre olacak karşındaki, yaptığı onlarcasından sadece biri. Sonra tuhaf bir ürperti ile fark edeceksin, etrafında kimsenin kalmadığını, salonun boşaldığını, seslerin çok uzaklaştığını ve seninle onun göz göze kala kaldığınızı. O sana bakacak, sanki kendisine bakar gibi. Sen de ona bakacaksın kendini görür gibi.

Sadece 37 seneye sığdırılmış bir hüzün yumağını, sadece bu kısa yaşamın 10 senesine sıkıştırılmış binlerce eserini; çaresizlik, isyan ve aşklarını anlatan iki yeşil göz ile öylece karşılıklı kalacaksın. Susacak ve onu konuşturacaksın, tuvalin içerisine hapsetmeyi başardığı çığlığını duyacaksın. Ürpereceksin…

download-1.jpg

Önce bir mavi çizgi, sonra bir sarı. yeşil , kırmızı, siyah.. Hepsi teker teker çıkacak karşına. Sanki alelade serpiştirilmiş gibi resmin sağına ve soluna. Çok yakın baktığın için göremediğin bütünlük, o çizgilerin arasında saklanacak. İster istemez düşünmeye başlayacaksın resmin aslında o çizgiler olduğunu. İşte o andan itibaren tanışacak ve bağlanacaksın ona, birbirine karışmamış ve direnmiş çizgilerin üstadı Vincent van Gogh’a. (1853-1890)

Öyle bir ressam düşünün ki, 37 yıllık yaşamının sadece son 10 senesinde resim yapabilmiş, yaşadığı kaosu ve fırtınaları yenerek hep özgür ve neşeli sonsuzlukları resmetmiş; kederini, deliliğini, çılgınlık ve nefretini sadece kendisine kullanmış olsun. Sağlığında yaptığı binlerce eserinden sadece bir tanesi satılmış, ama yine de durmadan ve bıkmadan çizmeye devam etmiş olsun. Onu ne parasızlık ve de çaresizlik engelleyememiş, tek arzusu durmadan ve dinlenmeden çizgi çizmek olmuş… Bir sarı, bir yeşil, bir mavi. Yan yana, koyun koyuna, ama bir birlerine bulaşmadan karışmadan dip diri.

Model tutacak parası olmadığı için, kendisini ve tekniğini geliştirmek için tek imkanı olduğunu öğreninceye kadar,  duvarlarda gördüğün onlarca Van Gogh portresi, insanı derinden rahatsız ediyor. Bir o kadar da için kararıyor karşılarında, bir tanesinin bile gülümsemiyor olduğunu fark ettiğinde. Hemen dönüp diğer resimlerine bakmak istiyorsun. Acaba hiç gülen bir yüz çizmiş mi diye ? Bulamıyorsun… Arkadan geliyor bir diğer şaşkınlık, hiç bir insanın gülmediği resimlerde aslında derin bir özgürlük ve mutluluğun olduğunu fark ettiğin zaman.

Ağabeyi Theo’ya  yazdığı bir mektubundan, ki yazdığı mektuplardan aslında belki de bir ressam kadar bir yazarın da onun vücudunda yaşadığı anlaşılıyor, ilk modelini 1888 yılında, yani ölümünden sadece iki yıl önce bulabildiğini anlıyorsun. “Müjde Theo, sonunda benim de bir modelim oldu!” diye başlıyor mektup ve modeli olmayı kabul eden polis memuruna şükranları ile devam ediyor.

Uzun yıllarını geçirdiği akıl hastanesinde bile durmadan ve yorulmadan resim çizmek zor iş. Hem de sadece odasının küçük camından görülen, ağaçların ve buğday tarlalarının uçsuz bucaksız çizgilerini..

images.jpg

Bir tablo, karşısında kendisine bakanı mıhlıyor ve bir an olsun düşüncesiz bırakıyor. Paris’ten kendisini ziyarete gelen Paul Gauguin ile bir arada iken yapmış olduğu 4-5 ayçiçeği tablosundan bir tanesi idi bu. Tablonun kendisini görmesem ve karşısında dikilmemiş olsam belki çok sıradan diye düşünebileceğim türden, hani ressamının adı ile ünlenmiş diyebileceğim bir çiçek resmi. VanGogh bu resmi, resmen sarı renge adamış. Paletinde oluşturabileceği ne kadar tonu varsa “sarı”nın ve dolayısı ile ışığın, teker teker fırlatmış tuvalin üzerine. Resim sana “ayçiçeğini” değil; ışığı, sarıyı ve aydınlığı anlatıyor. O resimle başlıyorsun yeni bir şey düşünmeye ve hızlıca tekrar bakıyorsun müzedeki tablolara. “Ne kadar çok sarı var tablolarında!...” diye bağırıyorsun, ağzını açamadan sessizce.

download-4.jpg

Belki de burada evet tam burada durmalıyım, Amsterdam’daki Van Gogh Müzesini anlatmaya. Çünkü; hem oraya gitmek isteyenlerin beklentilerine etki etmek istemiyorum, hem de oraya tekrar gitmek istememi engellemek. Daha keşfedecek çok şeyi orada bir sonraki ziyarete bırakmak ve açlığımı bastırmamak istiyorum.

 

Bu kadar kısacık bir hayata bu kadar eser sıkıştırabilecek kadar kuvvetli ama eserlerinin neredeyse tamamı öldükten sonra anlaşılmış bir dahi nasıl olunabilir açıklamak mümkün değil. Üstelik de, o dahi yan yana koymaktan bir türlü vazgeçmediği renkleri en çok da sarıya yakıştırırken. Hastanede kapalı kaldığı odasında bile resim yaparken acaba neden paletine ilk önce sarı renkli boyayı sıkıp, tuvale ilk onu uygun gördüğünü anlamaya çalışmak, aradığım malzemeyi hiç de beklemediğim bir anda ayçiçekleri tablosunun karşısında avucuma öylece bırakıverdi.  Artık  bundan ötesi benim hayal gücüm, sanattan az anlayan meraklı bir izleyicinin yorumu idi.

Van_Gogh's_Palette.jpg

İlk olarak  aklıma gelen müzede sergilenen Van Gogh’un paleti idi . Bir paletin neden bu kadar canlı olabildiği konusuna kafam takılı kalmıştı. Evet, sarı en altta kalmıştı.... Çünkü, en önce kullanılmıştı.

Nedense paletine baktıkça, aslında palet üzerinde karma karışık olan renklerin, tuvale giderken yalnızlaştırıldığını, sert ve hoyrat çizgiler olarak serpiştirildiğini düşündüm.

Van Gogh’un hayatının son yılları, yani son 4 yılı, tüm eserlerini neredeyse sıkıştırdığı bir dönem. Paris’e taşınması ile başlayan bu dönem, orada yaklaşık yüz yıldır yeşermeye başlayan özgürlük, kardeşlik ve adalet idealleri ile tanışmasına denk gelmiş olmalı. Paletindeki renkler; birer birer ama ayrı ayrı, birbirlerine karışmadan ama eşit, düz çizgiler olarak tutarlı ve birbirlerini temassız tamamlayan bir armoniye kavuşuyorlardı. Acaba bu herkesin deli dediği yoksul dahi, resimlerine tek tanıdığı olan renkler ile bize bu insanlık ideallerini mi anlatıyordu.

DSC_08961.gif

İşte tam bu noktada, sarı renk de anlamına kavuşuyor, gücünü hissettiriyordu. Farklı renkleri, uyum içerisinde bir arada tutanın ışık ve aydınlık olduğunu düşünmek tuhaf bir hafiflik veriyordu.

Bir anda, ayçiçeği tablosunun bir çiçek değil, sarının her tonunu içeren bir insanlık özlemini resmettiğini anlıyordum. Yaşamın renklerini ve tüm farklılıklarını bir arada tutabilmek için bolca ışığa ve aydınlığa ihtiyaç var. Renklerin illa ki birbirine karışması ve görüntü değiştirmesi gerekmiyor, biraz sarı ile birbirlerinden ayrıldıklarında karışmadan da, bozulmadan da pekala var olabiliyorlar. Bakmakta olduğumuz tablodan bir kaç adım geriye giderek büyük resmin ahengini görebilmek, işte Van Gogh resimlerindeki gibi önce biraz yaklaşmak ile mümkün.

Büyük resmi görmeye ne zaman gayret göstersem, eminim ki, bundan böyle ilk aklıma ayçiçekleri gelecek. Sarının her tonuna ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu ve o sarının içinde ne kadar çok rengin birbirine bağlandığını hatırlayacağım.

Hepimizin rengi birbirimizden farklı, aynı olmak gerekmiyor. Yeter ki bizleri bir arada tutacak olan ışık hiçbir zaman eksilmesin.

Şimdi bir kaç adım geri gidip gözlerinizi kapatın. Kaç renk görüyorsunuz ve ne kadarı sarı ? Bir çoğunun arasından sarıyı tutup çıkartabiliyorsanız eğer, işte rehber odur, peşine takılın…

Bütün renklerin başı ve sonu sarıdır. Işık ve aydınlık olmadan olmaz…