Bir müziğe sığınmak...

Screen Shot 2018-05-20 at 13.30.39.png

Hangi perdeden çalınırsa çalınsın, bir müziğin perdelerinin arkasına saklanmayı hiç denediniz mi ? Ya da o perdeleri aralayıp arkasındaki bilinmezi aradınız mı?

Ben hem denedim, hem de aradım...

Eduard Lalo’nun İspanyol Senfonisini eminim ki bilenleriniz vardır. En azından duymuş ve tekrar dinleseniz, “evet biliyorum !” diyeceğiniz bir çok bölümünü anımsayacak, melodilerinin esintisini hissediyor olacaksınız. 

Her bölümü ve her notası ile sizin için yazıldığını hissettirecek kadar kucaklayıcı, dinleyenin bilincini sezgi seviyesine yükseltip; hiç olmadık, hiç düşünülmedik ve hiç beklenmedik konuların fark edilmesini sağlayan birçok klasik müzik eserinden onu ayıran en temel özelliği, asla bir Fransız tarafından yazılmış ve ismine İspanyol tanımı yerleştirilmiş olması değildir.

Onu dinleyen için kusursuz yapan, kemanın çıkarttığı veya çıkartabileceği en güzel sesleri çıkartabilmesi ve o sesleri eşsiz bir orkestrasyon ile diğer seslere bir daha çözülmeyecek gibi düğümlemesi hiç değildir.

Hatta senfoniyi en güzel hissettiren David-İgor Oistrakh’lardan (Baba-oğul) bahsetmem  bile tam olarak onun neden eşsiz olduğunu anlatmama yeterli gelemeyecektir.

İspanyol Senfonisinin benim için neden çok farklı ve özel olduğunu anlatabilmem için sizi hayatımda çok özel bir yeri olan birisi ile tanıştırmam gerekiyor. Erdoğan Berktay...

Erdoğan Berktay1.jpg

Erdoğan Berktay (1921-1976) , mübadeleden yıllar önce Girit’ten Anadoluya gelen ve Girit’teki aile adı olan “Bedderaki” lerden esinlenerek Berktay soyadını alan bir ailenin dört çocuğundan biriydi. Babası Halil Namık Beyin gönüllü olarak gittiği Çanakkale savaşı ve takip eden Milli Mücadele yılları sonrasında orta halli bir Cumhuriyet bürokratı olarak verilen her görevi kabullenen ve ailesi ile birlikte yuvasız kuşlar örneği Milas , Ankara, İzmit  ve İzmir’de devam eden serüvenleri içerisinde Erdoğan, İzmir Erkek Lisesi ve sonrasında İstanbul Hukuk Fakültesinden mezun oldu.

Screen Shot 2018-05-19 at 22.16.11.png

Yegan Anlı ile birleştirdiği yaşamının neredeyse tamamını ailesi, çevresi ve ülkesi için hayal ettiği ütopyaya adamış; ele avuca sığmaz, iddialı, boyun eğmez ve meydan okumaların üzerine kararlılıkla giden doğası gereği ülkenin ilk sol aydınlarından olmuş ve ne yazık ki düşüncelerinin karşılığı olarak, sistem tarafından hep bir tehdit sanılarak yaşamıştır. İşinde, mahkemede, tutuklanmalarında, hastalıklarında ve hatta cenazesinde polisler ve panzerler hep yanında olmuşlardır.

1951-52 tutuklanmalarının kendisine de sıçraması nedeniyle ağır cezadan yargılanmış, hapis yatmış ve bu nedenle de avukatlık yapma hakkı elinden alınmıştı.

Screen Shot 2018-05-19 at 22.16.53.png

Oğlu Halil Berktay’ın cümleleri onu “Hem çok dürüst ve ilkeli, hem çok asabi (ve dolayısıyla uzlaşmaz-geçimsiz) bir kişiliğe sahipti. Çok okur, her an düşünürdü. Evde kitap ve ansiklopedi alışkanlığını babası Halil Namık Bey başlatmıştı; o sürdürdü ve zamanın MEB’inin 1943-47 arasında yayınladığı Dünya Klasikleri’yle rafları doldurdu. Kendi kendine öğrendiği İngilizce ve Fransızcası inanılmaz derecede iyiydi; her iki dilden rahat ve düzgün çeviri yapabiliyordu” şeklinde anlatıyor.

Berktay’lar ile benim ailemin  yollarını buluşturan da; 1955 senesinde, babamın avukatlık stajı için İzmir Barosuna gittiğinde, avukatlık yapamaması nedeniyle baro katipliği görevini yürüten Erdoğan Berktay ile karşılaşması ve sonrasında birbirini tamamlayan abi-kardeş ilişkisi olmuştur.

Bu dostluk; Girit köklerinden başlayan, sonrasında hukuk, adalet, insanlık sevgisi, dürüstlük ve birçok ilkede onları buluşturarak gelişmiştir...

Ben sadece kendisinin son 10-12 yılına yetişebilmiş olsam da, sanırım payımı sonuna kadar alabildim.

Erdoğan Berktay, benim üzerimde ailemden sonra (ve belki de onlar kadar fazla) en çok emeği olan bir aile dostumuz olmanın ötesinde, bizlerin iyi insanlar olarak yetişmesi için gerçekten rehberlik etmiş birisidir. Henüz ilkokul 3 veya 4. sınıfta iken haftada iki gün onun evine gider ve birlikte İngilizce çalışırdık. Kitap okuma disiplinini, merak etmeyi, soru sormayı, cevap aramayı, ansiklopedi ve sözlük kullanmayı, klasik müzik dinlemeyi, satrancı, damayı, kısaca bildiği ve 10 yaşındaki bir çocuğa öğretebileceği herşeyi öğretmekten zevk alan ve bizlere kendi çocuklarıymışız gibi emek harcarken hem sinirli ve hem de çok sevecen olabilmeyi başarabilmiş bir insandı.

Yüzme yarışlarımda tribünde olmasını, madalya alırken izlemesini ve karnelerimi ilk görenlerden olmasını hep çok istedim. Sanki ona bu yolla teşekkür etmeye çalışıyordum. Bilinç altımda bir süreç olarak, yaptığım şeylerin “Erdoğan amca’ya anlatılabilme ve hesap verebilme” ölçütü ile filitrelenmesi de bu yüzden gelişmiş olmalıydı.

İşte 1976 yılı ara karnesini aldığım gün de böyle bir gündü. Soğuk ama buz gibi bir Şubat günü ona karnemi götürmek için Maltepe’deki evindeydim. Önce derslerden ve karneden başlayan sohbetimiz, ritüeli gereği yerini ya satranca ya da damaya henüz bırakmıştı ki, “sana çok sevdiğim bir senfoniyi dinleteceğim” diyerek, pikaba Eduard Lalo’nun İspanyol Senfonisi plağını yerleştirmiş ve bana uzun uzun Oistrakh’ları ve keman konusundaki erişilmez becerilerinden bahsetmişti.

download-2.jpg

Müziğin kimi yerlerinde, “bu melodi sana ne düşündürüyor ?” soruları ile, müziğin kuru kuru bir dinleti ortamından daha fazla bir boyutu olduğunu ve sadece dinleyene özgü ilham ve düşünsel ortamların sağlayıcısı olduğunu farketmeme neden olmuştu. Gerçekten etkilenmiş ve etkilendiğimi de çok belli etmiş olmalıyım ki, o gün ondan ayrılırken karnemi taşıdığım torbanın içinde İspanyol Senfonisinin plağı da karneme karşılık olarak hediye edilmişti.

O heyecan ve mutluluk içerisinde ona yeterince teşekkür edebildim mi bilemiyorum? Bu soru sonradan hep cevabını merak ettiklerim arasında kalmıştı.

10 gün sonra, sömestr tatili için ailecek gittiğimiz Antalya’da tüm ailemizi göz yaşlarına boğan vefat haberi geldi. Annem ile babamın Erdoğan ağabey’leri, ablam ile benim Erdoğan Amca’mız 55 yaşında bize veda etmişti.

Screen Shot 2018-05-20 at 13.14.02.png

Onun arkasından yaşamımda doğan boşluk tarif edilmez büyüklükte idi. O sınırsız mutluluklarla geçen buluşmalar sona ermiş, yaşamımdaki birçok konu öksüz kalmıştı.  Hani ayrılıklarda son görüşme hep canlı kalır ya, sanırım bu yüzden, uzun bir süre İspanyol Senfonisi dinleyerek onu düşündüğümü hatırlıyorum. Ona herşey için teşekkür edebilmiş olmayı gerçekten çok istiyordum.

Bu melodiden uzaklaşmam hiçbir zaman mümkün olmadı. Bu melodi ya bir metafor olup bana yol gösteriyordu, ya da bana merak ettiğim cevapların hazırlayıcısı oluyordu. Zamanla, senfoninin melodileri içerisinde bir şeyi fark ettim ve ona daha çok sarıldım. Tıpkı, Erdoğan amcanın sorusunda olduğu gibi melodiler bana bir şeyler düşündürür olmuştu.

Violin-bow-and-hand-image.jpg

Ne zaman düşünceye dalmak, bir şeyler düşünmek ve daha önce fark etmediğim yenilikleri kovalamak istesem, önceleri plak, sonraları kaset ve CD, şimdi ise youtube’tan bir fon müziği olarak onu seçiyordum. Düşüncelerimi İgor Oistrakh’ın parmakları ile kemanın tellerinin üzerinde dolaştırken hiç aklıma gelmeyen yeni sesler ve tınıları yakalayabiliyordum.

Bu ilham kaynağı senfoninin kendisinden mi yoksa her seferinde 1976 Şubat’ın dan bana hep aynı soruyu soran Erdoğan Berktay’dan  mı geliyordu bilemiyorum, ama karşımdaki soru hep aynı oluyordu.. "Bu melodi bana ne düşündürüyor olabilirdi?"... Soru aynı olmasına rağmen cevap her seferinde farklı ve yeni oluyor, heyecanlandırıyordu.

İşte bu nedenle, ne zaman bir şey düşünmek istesem bana sihirli dokunuşları yapacak olan İspanyol Senfonisine ve belki de o mükemmel rehberime sığınırım. 

O zaman atlamışsam bile şimdi ve yeniden… “Çok ama çok teşekkürler Erdoğan Amca”…